Tarihin Sonu

 

Fukuyama’nın müjdelediği “Tarihin Sonu” anlayışı şu son bir kaç yıl içinde güme gitti. Ben de başlığı buna binaen bu çürük/içi boş/kof teze karşılık bir antitezin gelişimi kabilinden böyle yazdım.

Aslında Fukuyama ve Huntington’u ti’ye almanın tam zamanı.

Çünkü; her ikisi de hem de kapitalizmin baş aşağı dönmeye başladığı yıllarda -kapitalizmin zaferini ilan etmek adına- yarım asra yakın bir zamanda elde ettikleri bilgi birikimlerini boş bir fantazi halinde insanlığın başına birer kara mizah usulü boca ettiler. Her ikisi de bu tezleri ile kapitalizmin kesin zaferini ilan etmişlerdi aslında ama A.Güner Sayar Hoca’nın dediği gibi “zor oyunu bozdu” ve şimdilerde onların öngörülerinin zıddı şeyler yaşanmakta.

Nasılına ve nedenine gelince;

 Huntington ve Fukuyama; kapitalizmin içinin boşalmaya, gücünü emek sömürüsünden alan üretim tarzının sona ermeye başladığı yıllarda artık kapitalizmin bir medeniyet biçimi olarak doygunluğa ulaştığı savından yola çıktılar. Her ikisi de kapitalizmi bir medeniyet biçimi olarak kabul ederek bu medeniyet olgusunun iki temel direğine vurgu yaptılar.

Huntington 1970’lerden beri batıda dile getirilen rüyanın birinci ayağıdır. 

Huntington bu medeniyetin kalıcı hale gelmesi için geçmişin köklü ve dinamik medeniyetleri ile bir çatışma öngörerek geleceğin “Tek Dünya Devleti”  için bir son savaş kurguladı. Bu savaşta Weber’in Protestan burjuvazisi, öteki dinleri kah birbiri ile çarpıştıracak kah kendisi çatışmaya dahil olacak ve “semitik düşler”le beslenen beklenen Kıyamet Savaşının sonunda öteki dinler ve medeniyetler tasfiye olacak geriye kapitalizmin ilmiklerini dokuduğu Evanjelik Rüya kalacaktı.

Gerçi Huntington’un rüyası günümüzde boşa çıkmış değil. Özellikle Evanjelik ABD’nin Hindu Medeniyetinin önünü açıcı hamleleri (Hindistan’a geçtiğimiz ay nükleer serbestlik tanınması vs…) bir medeniyet kamplaşmasının ve çatışmanın yeni bölgesinin nereleri olacağını göstermesi bakımından önemlidir. Bu bakımdan çatışmacı tezler kendiliğinden gerçekleşmemiş olsa da batı gerçekleşmesi için elinden geleni yapmaktadır.

Fakat kapitalizmin saklanmaya çalışılan baş aşağı gidişinin bir anda ortaya çıkması batılıların düşlediği bir kesin zaferin önünü kapamış durumda.

Fukuyama’nın öngörülerine gelince;

Fukuyama da kapitalizmin diğer üretim ve yaşam biçimleri karşısındaki kesin zaferine vurgu yaparak, Marx’ın Sosyalizm için öngördüğü toplum biçiminin antitezi gibisinden Post Kapitalist bir dünya öngördü. Buna göre artık insanlık tümden refaha ereceği için insanlar arası mücadele ve bunu doğuran argümanlara ilişkin tartışma yaşanmayacaktı. Bu ise niteliği itibariyle tarihi yaratan olayların sonu demekti. Yani bir anlamda Kapitalist Cennet vücut bulacaktı.

Fukuyama’nın düşlerini Huntington’un öngörüleri ışığında değerlendirirsek ortaya çıkan sonuç şudur:

Evanjelik ve üstün batı medeniyetinin kapitalist dinamikleri tüm geri kalmışları ya yenerek yok edecek ya dönüştürerek kendine benzetecek ve en sonunda yeryüzü cennetine ulaşılacaktı.

Fakat batının yıllardır yutturduğu bir yalanın sonundayız. Sokaktaki ifadesiyle bu iki koca adama “nanik” yapmanın tam da zamanı. Ama suç onların değil. Yıllardır bu saçmalığa kalkıp da iki çift laf edememiş öteki bilim adamlarınındır. Özellikle iktisat bilimi bu noktada tam da bir çuvallamışlık görüntüsü sergilemektedir. Aynı zamanda sosyoloji bilimi de Huntington’a yeterli bir cevap verememiş olmanın günahını hala sırtında taşımaktadır.

Olması muhtemel gelişmlere gelince;

Geleceğe ilişkin öngörünün zorlaştığı bir dönemdeyiz. Özellikle ABD’nin 11 Eylül sonrası dönemde kırmızı görmüş boğa gibi davranır olması herkeste bir kaos beklentisi yaratmakta, ancak bu durum öteki aktörler hakkında sağlıklı fikir yürütmenin de önünü kesmektedir.

Çünkü “ya bendensin ya ondansın” yaklaşımı ulusların iradelerini özgürce ortaya koymalarını engellemekte. Herşeye rağmen bazı şeyler de artık görünür hale gelmiş durumda.

Bunlardan birincisi Avrupa Birliği rüyasının artık son bulduğunun alenileşmesi. Zaten Fransa ve Almanya’nın domine ettiği bu hareket bir nevi bu ikisi arasındaki “bırakışma” görünümündeydi. Bu bırakışmanın temel karakteri ise De Gaulle’ün arzusu doğrultusunda anti Amerikancı nitelikli idi. Ancak herşeye rağmen bu bırakışmayı sağlayanın ABD olduğunu da unutmamak gerekir. ABD kendine karşıt nitelikler taşısa da liberal kapitalist nitelikli ve Sovyetleri kuşatan bir Avrupa yaratmayı hedeflemiş ve bu bölgeyi kendisi için askeri üslerle donatarak batıyı da NATO şemsiyesi altında örgütlemiştir.

Günümüzde gelinen nokta, AB’nin fonksiyonel biçimindeki bozulmaların artık zorlamalarla düzeltilemeyecek kadar ileri derecede olmasıdır. AB şimdiye kadar bir siyasal ve ekonomik birlik olabilme çabası ile kaynaklarını kendisini yamalı bohçaya benzeten küçükler için yeterince harcadı. Ama şu anki kriz bunun sürdürülemez olduğunu ortaya koydu ve bohça en büyük yamasından yani Yunanistan’dan patladı.

Yunanistan’da yaşananlar sosyal nitelikli bir patlama olsa da ve Yunan Hükümetinin birliğe olan sadakati konusunda bir sorun olmasa da bu AB’nin beslemelerince dahi kabul görmediğini ortaya koymaktadır. Zaten AB’yi bu noktada asıl zora sokacak olan da yaşanan patlamanın hükümetler düzeyinde değil de halk düzeyinde olmasıdır. Ki bu patlama, kriz derinleştikçe rahata ve tembelliğe alışmış öteki Avrupa Toplumlarına da yayılacak ve 1968’e rahmet okutacak gelişmeler yaşanacaktır.

Çünkü Sovyet Toplumuna özgü “tembellik hakkı” artık Avrupa ülkelerindeki pek çok topluma yerleşmiş durumda ve üretken aktif sektörlerin pekçoğunda göçmenler yada yabancılar çalışmakta. Yaşlılık oranı gittikçe artan Avrupalılarda devlet destekli tembel yaşam tarzı oldukça benimsenmiş durumda ve insan faktörünü öne çıkaran üretim tarzının topyekün gerilemiş olması genç nüfus işsizliğini tüm Avrupa genelinde artırmaktadır. Bu da bu günlerde yaşanması muhtemel gelişmelerin 1968’e rahmet okutacağının en önemli göstergesi.

Olası gelişmeler üzerinde önemli etkisi olacak olan ABD’nin BOP saçmalıklarına bu yazının hacmi kifayet etmeyeceği için şimdilik girmiyorum.

Beklenebilecek en önemli gelişmelerden bir tanesi de; krizin, batıda derinleşmesi, doğuda ise küresel güç dengelerini yerinden sarsacak olumlu etkiler yaratmasıdır.

Bu kriz batıdan çok Rusya’yı çökertmiş durumda. Daha üç ay önce Gürcistan’da pençelerini batının doğudaki son kalesinin kalbine saplayan Rusya bu kriz ile bir anda dizlerinin üstüne çökmüş durumda. O günlerde 150 $ seviyelerinde seyreden petrolün Aralık 2008 itibariyle 50-60 $ seviyelerine çekilmiş olmasıyla Rusya’nın nefes borusu deyim yerindeyse yırtılmış durumda.

Kriz iki ülkeye yaradı. Biri İran diğeri ise Çin.

İran; serbest piyasa ekonomisini kendi kapalı ekonomisi içinde uyguluyor olmanın ve finansal sistemi içinde manipülasyonlar yapacak yabancıların olmamasının etkisiyle  krizden henüz etkilenmiş değil. Zaten kendi yağıyla kavruluyor olmak İran’a ötekiler çökerken önemli bir çıkış şansı vermiş durumda. Doğal olarak yüksektekiler düşerken İran yükselmese bile onlarla arasındaki mesafeyi önemli ölçüde kapatacaktır. Ayrıca İran’a Avrupa içindeki Aryencilerden gelen desteğin hala devam ediyor olması İran’ı oldukça güçlü bir şekilde ayakta durma konusunda cesaretlendirmekte ve İran’ın ABD karşısındaki direnişini güçlendirmektedir.

Çin’e gelince;

Yaşanan kriz kapitalizmin üretememe krizi olduğu için bugün dünyada ekonomik değer üreten tek ülke olmak Çin’e önemli bir avantaj sağlamaktadır. Çin, binlerce yıllık Konfiçyüsyan felsefesini toplumsal yaşamına daha etkin bir şekilde uygulamaya devam eder ve insana dayalı üretiminde geri çekilme yaşamazsa geleceğin en büyük medeniyeti olma konusunda ilk akla gelecek ülkedir. Çin tabir caizse bin yıllık sabredişin öcünü almaktadır. Özellikle bölgesinin Avrupalılarca keşfinden bu yana yaşadığı gerilemenin intikamı üzerine kurulu bir yükselme sanatını icra etmektedir. İddialı bir fade gibi gelebilir ama inanmayanlar Hollywood’un yerini almaya başlayan Hong Kong ve genel olarak Çin sinemasının ürettiği filmlerin iletmeye çalıştığı mesajlarına şöyle bir göz atabilirler.

Bu bölgede geleceğin dengelerini etkileme kabiliyeti ve arzusu bakımından asıl öne çıkan ise Hindistan’dır. Hindu Medeniyeti de Çin ile benzer şekilde bin yıllık bir beklemenin ardından yükselişe geçmiş durumda. Ancak ABD’nin kaşıma ustalığını gösterdiği bir sorunla beraber yükseliyor. O sorun da batı tarafından iyi bir propaganda ile Hindistan, geri kalmışlığının suçunu bin yıllık müslüman egemenliğinin üzerine yıkabilir ve bu, Huntington’un arzuladığı çatışmanın mihenk taşını oluşturabilir.

Ki geçen ay Rice hanımın Hindistan ziyareti, bu ziyaret sırasında yapılan anlaşma ile Hindistan’a Nükleer Özgürlük verilmiş olması ve arkasından yaşanan şaibeli Mumbai Bombaları, ABD’nin medeniyetler arası bir çatışma için hiç sönmeyecek bir ateşin fitilini ateşlemiş olduğunu göstermektedir.

Eğer ki Hindistan, Pakistan üzerindeki Amerikan destekli baskısından vazgeçmezse bize tek bir şey söylemek düşecektir:

“Tarih asıl şimdi başlıyor Fukuyama”…

print

Bir cevap yazın