2002’den beri iktidar etmekte olan seçilmişler ve onun parti yöneticileri Türkiye’deki her şeyi 2002 yılı ile tarihlemeyi bir alışkanlık haline getirdiler.
Ülkedeki tüm ekonomik ve sosyal göstergeler; 1997 Asya Krizi, 1999 Marmara Depremi ve 2001–2002 Krizleri’nin bir cem’i olan 2002 sonu göstergeleri esas alınarak topluma sunulmakta ve Türkiye’nin sosyal ve siyasal tarihi neredeyse 2002 yılına endekslenmektedir.
Muhtemeldir ki iktidar edenlerin zihinsel hinterlandı 2002 yılı Kasım ayını bir milat olarak kabul ediyordur. Çünkü o tarih, o güne kadar dışlanmış ama bu dışlanma sürecinde el altından sürdürülen korperatif (dayanışmacı) bir eğilimle biti kanlanan kenar mahalle burjuvazisinin cumhuriyete hükmetme ayrıcalığına resmen ortak olduğu tarihtir. Çünkü zihin dünyalarında bu imgelem olmasa günümüz seçilmişleri ısrarla 2002 yılını bir milat olarak almazlar.
Bir propaganda yöntemi olarak günümüz siyasetçilerinin o günü kendileri için bir milat kabul etmeleri doğaldır ve mantıklıdır. Çünkü bizden önce şöyleydi bakın biz geldik şimdi böyle böyle oldu demek her iktidarın fazlasıyla hakkıdır. Bu açıdan kınanamaz da. Ancak bunu belirli ahlaki ölçüler içinde yapmak hem şeffaf politikalar için bir zorunluluktur hem bu tarihin özne haline getirildiği süreçte asıl miladın (1923) yerine bu öznenin yerleştirilmesi belirli tehlikeleri de içermektedir.
TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu=Devlet İstatistik Enstitüsü) gibi ülkedeki istatistikleri tutmakla mükellef kurum da dahil olmak üzere tüm resmi kurumların (itirazı olanlar tüm bakanlıkların ve diğer resmi kurumların periyodik bültenlerine bakabilir) sosyo-ekonomik göstergelerle ilgili veri yayını yaparken içinde bulunduğumuz şu gündeki gelişmişliği gösterebilmek için 2002 yılını seçmeleri tesadüf değildir. Bunu yaparken hem tüm göstergelerin dip yaptığı bir zamanın verileri ile 6–7 sene sonrasının göstergeleri kıyaslanarak vatandaşa; “bak nereden nereye geldik” denmekte, öte yandan da devletin resmi kurumlarına dahi 2002 yılı milat olarak kabul ettirilmektedir.
Bu kurumlara TSK adına faaliyetler yürüten Savunma Sanayi Müsteşarlığı (SSM) da dâhildir. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın yayınladığı raporlarda ve Müsteşarlığın şu an yürürlükte olan Stratejik Plan’ında aşağı yukarı tüm göstergeler 2002 yılından itibaren başlatılmakta ve sanki önceden gerçekleşen hiçbir rakam söz konusu değilmiş gibi ketum bir davranış sergilenmektedir.
Aynı durumu Savunma Sanayicileri Derneği (SASAD) raporlarında da görebilmekteyiz. Özellikle bu iki kuruluşu örnek göstermemin nedeni ise bunların faaliyetlerinin hükümetin faaliyet alanının dışında (çünkü savunma sanayi rakamları daha uzun erimli bir konseptin sonucunda ortaya çıkar, hükümetlerden büyük oranda bağımsızdır ve daha ziyade devlet politikaları ile şekillenir) olmasına karşın bu kuruluşların dahi tarihlemede 2002 yılına meftun olmalarındandır.
Eğer dikkatli araştırıcılar tarihlemelere dikkat ederse şunu açıkça göreceklerdir:
Türkiye’nin sanki 80 yıllık birikimi yokmuş, hiçbir şey yapılmamış, günümüzdeki tüm toplumsal dinamikler şu son 7-8 yılda yaratılmıştır. Ya da daha doğru ifadeyle; şu anki iktidardan öncesi ve sonrası algısı yaratılmaya çalışılmaktadır.2002 yılına kadar Türkiye’de gelişmişlik vs. adına araştırılan/incelenen tüm göstergelerin başlangıç tarihi, aynı zamanda Anadolu’da yeni bir devrin başlangıcı olan 1923 yılıdır.
Genel nitelikli tüm araştırmalar için bu bir genel geçer kuraldır. Ancak daha teknik nitelikli çalışmalar için 1950, 1963, 1980 veya 1987 gibi önemli ve özel tarihlerin seçildiği de görülmekte fakat yine de her çalışmada başlangıçtan bu güne kadar olan birikimin ve gelişmenin boyutunu izah edebilmek için 1920’li tarihlere mutlak surette vurgu yapılmaktadır.
Ayrıca tarihleme konusunda; akademik nitelikli çalışma yapanlar şunu çok iyi bilirler: Seçilen iki zaman aralığındaki ilerlemeyi yada gerilemeyi minimum hata ile tespit edebilmek için kesinlikle istikrarlı yıllarla başlayan ve biten bir zaman aralığı seçilir.
Örnek vermek gerekirse: 1980 yılı yada 1994 yılı gibi dönüm noktası (ekonomik ve siyasal krizlerden dolayı) olan yıllar istatistiki veriler arasında kıyaslama yapmak için asla tercih edilmezler. Ancak 1980 öncesinin istikrarlı bir yılı ile 1994 sonrasının istikrarlı bir yılı seçilir ve 1980 ve 1994 yıllarının da verilerine gönderme yapılarak kıyaslama o şekilde yapılır.
Yine hiçbir akademik çalışmada 2001 yılı yada 2002 yılını başlangıç yada bitiş olarak seçmek hem etik olarak kabul edilmez hem de o çalışmanın bir paçavra gibi bir kenara atılması için yeter sebeptir. Bu Türkiye’de de dünyada da hem bilim adamları hem de namuslu politikacılar için bir “a priori” olarak kabul edilir.
Böylesine öncül bir kuralın varlığına karşın günümüz politikacılarının (iktidarının) ısrarla 5-6 yıllık, hem iç hem de dış sarsıntıların bir patlama noktası olan ve tüm göstergelerin dip yaptığı bir tarihi başlangıç olarak belirlemesi bu bakımdan hem bilim ve siyaset ahlakına ters düşmektedir. Hem de bu tarihin ideolojik bir milat olarak benimsenmesi çok tehlikeli bir gidişin işaretidir.
İşin bilimle alakalı olan kısmını şimdilik yeterince izah ettiğimizi düşünerek 2002 yılının bir milat olarak kabul edilmesinin zihinsel arka planına ilişkin tartışmaya devam edelim.
ABD’nin bir karabasan gibi kara bahtımıza çöreklendiği 1950 yılından bu yana Türkiye, sağ iktidarlarca yönetilmektedir. Arada bir sol partiler büyük çoğunluklarla iktidara gelme şansı elde etmişse de solun Sovyetlere çaktığı selam onların bu koltukta uzun süre durabilmelerinin önünde hep bir engel olagelmiştir.
Bu 60 yıllık süreçte sağ iktidarlar hep Amerika’nın desteği ile hem halkı aldatan bir politika demetine rağmen halk desteğini yüksek tutabilmiş hem de kaynakların başkalarınca sömürüsü için önemli ölçüde çanaklık vazifesi görmüştür.
İkinci hatta üçüncü sınıf bir toplum olmanın ötesine geçmeyi iktidarları yüzünden bir türlü beceremeyen Türk toplumunda (Marksist tarihçi E. Hobsbawm haklı olarak Türkiye’yi 1980’lerde hala “Köylülüğün Kalesi” bir ülke olarak tanımlamaktadır) geçen zaman zarfında dış dünyada olan gelişmelerin farkına varmasını sağlayan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin de yarattığı aydınlanmanın da etkisiyle önemli bir tepki birikimi olmuştur.
Geri kalmışlığı konusunda suçlayacak muhatap arayan ülkemiz insanı 28 Şubat 1997’de sergilenen ve bir Amerikan Darbesi olan tiyatronun da etkisiyle önemli bir kitlesel nefret birikimine/muhalefet bilincine de sahip olmuştur.
Söz konusu tiyatronun gerçek mağdurları halkın bizzat kendisidir. Buna karşın ne hikmetse, eline muhtıra tutuşturulan siyasi liderin tasfiye olduğu bu süreçte onun yetiştirdiği hırçın delikanlısı uyduruk bir minare-mızrak davası ile mağdur-kahraman figürü haline getirilmiştir. Tasfiye sürecinin sonunda gidilen seçimlerde söz konusu figürün partisi seçimin galibi olmuş ve kendisi de siyasi yasaklı olmasına karşın ABD’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi yöneticisi olarak ağırlanmıştır.
Ne zaman? 2002 yılında. Yani bugünün miladı olarak kabul edilen tarihte.
28 Şubat’ın ne olup olmadığı konumuzun dışında ancak şunu da unutmamak gerekir; 28 Şubat, 1990 sonrası Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin Sovyet/komünist karşıtı rolden, ABD’nin stratejik müttefiki ve ılımlı İslam dünyasının önderliği rolüne devşirildiği bir dönemeçtir. Bugüne bir göndermede bulunmak gerekirse; Davos’taki horoz dövüşü de bu liderliğin fikri aşamadan zihinsel ve fiili bir zemine evrilmesidir.
Kimi okuyucular elbette Erbakan’ın tasfiye edilmesini soracaktır.
Hocanın deyimiyle o konu da “inşallah” başka bir yazının konusu olur.
Fakat şu iyi bilinmelidir;
Aynı ekipten (ekolden) birileri tasfiye olurken birileri sivrilmiştir/yükselmiştir.
Tasfiye olanlar Erbakan Hoca gibi skolastik ama daha bir itikatlı ve millici (en azından yerlici olarak anlaşılmalıdır bu ifade) olanlar iken terazinin öbür tarafında yukarı doğru tırmananlar ise aynı ekolün ikinci kuşağıdır.
Bu kuşak niteliği itibarıyla birincilerin dizi dibinde (rahle-i tedrisat) yetişmiş olmalarına karşın Gülbettin Hikmetyar gibilerinin de dizinin dibinin ferahlığını tatmış, tüccarlık kabiliyeti olan, fukaralıktan bursla okutmaya çalıştıkları evlatlarına Dünya Bankasında iş bulabilecek bağlantılara sahip o da olmazsa zavallı evlatlarına gemicikler alabilecek kadar girişimci yeteneğe sahip olan daha dışa açık ve gelişmeci bir nesildir.
Yine bu ikinci nesil; dinsel referanslarını eskilerin skolastik arayışlarının ötesine taşıyabilmiş bir aydınlanma içinde olup, aradıkları dünya için din-para ilişkisinin değerini daha iyi anlamış bir jenerasyondur.
Ancak ikinci nesli birincilerden ayıran en önemli fark üslup ve söylem farkıdır.Bir kere birinci neslin pir-i fanisi Erbakan Hoca’nın ağzında henüz necis bir ifade çıktığına şahit olan olmamıştır.
Ancak ikinci neslin pir-i bakisinin ağzından ise abdestli sözlere çok nadir rastlanmaktadır.
Söylem farkı ise dileklerin dile getirilme şeklindedir. Birinci nesil düşüncelerini ve düşlerini açıklama yada dile getirme konusunda oldukça cesur ve içten bir niteliğe sahiptir. Birinci neslin içinde düşlerini salyaları eşliğinde bodoslama bir şekilde dışa vuran Şevki Yılmaz tipi adamları bulmak her zaman mümkündür. Her ne kadar o neslin gördüğü rüyaya ortak olmasak da kalpteki niyeti bilmek devletin dinamikleri açısından bir fayda sağlamaktaydı.
İkinci neslin dilekleri konusunda ise 2002’de iktidara geldiklerinden bu yana henüz bir netlik mevcut değildir. Girişilen eylemler, davranışlar hem devletin dinamik noktalarında bir kuşatma ve ele geçirme operasyonunun varlığı konusunda kuşku yaratıyor hem de ifade ve söylem olarak 80 yıllık birikimin yerleştirdiği değerleri görmezden gelen bir davranış sergiliyorlar.
Şahsen bende bu kuşkuyu oluşturan en önemli etken Anayasa Mahkemesi’nin meşhur kapatma davasındaki kararıdır. Mahkeme 10-1 gibi bir çoğunlukla partinin irticai odak olduğunu kabul etmiş ancak ne haddineyse anayasanın emri olmasına karşın kapatmaya gerek görmemiştir. Partinin irticai faaliyetlere odak olmasına karşın kapatılmaması gerektiğinde oy veren üyelerin bu iktidarın seçmiş olduğu Cumhurbaşkanı’nca atanmış üyeler olması bu kuşkuyu ve başka kuşkuları daha da derinleştirmektedir.
İktidarın geçmişi görmezden gelme güdüsünün en önemli işaretini baştan da söylediğimiz gibi iktidarın yaptığı tarihlemede görmekteyiz.
İktidar günümüzdeki tüm toplumsal gösterge ve değerleri 2002 yılı ile tarihleyerek zımnen de olsa 80 yılın birikimini bir kenara koymakta hatta Türk Milletinin asıl miladını toplumsal bellekte günbegün ötelemektedir. Bunun gideceği süreç ve varacağı yer ise pek uzun olmayan bir zamanda Türkiye’nin (belki de adı başka olan bir devletin) kuruluş tarihi olarak 2002 yılının kutlanacak olmasıdır.
“Velev ki…” ile başlayan süreçte Türkiye’nin içine girdiği akıl tutulmasını hatırladığımızda fazla uzak olmayan zamanda bir pir-i faninin yine ortaya çıkıp da;
“Velev ki laiklikten vazgeçsek de falanca ülkedeki gibi bir şeriat devleti olsak” dese ve devlete yeni isim arayışları başlasa kim ne diyebilir ki devletin direnç noktalarının bu kadar zayıflatıldığı şu zamanda.
İşte öyle bir zamanda 2002 yılının milat olarak kabul edilmesinin asıl manası o zaman ortaya çıkacaktır.