Okumayı seven ve sevdiren tüm öğretmenlerimize….
Çalışan insanlarımız ve öğrencilerimiz her yıl bir-iki ay tatil yapar. Kimi Anadolu’nun yaylalarına, kimi sahillerine, kimileri de yurt dışına veya “memleketine” gider. Ancak dönüşte, insanlar dinlenir mi, yorulur mu, bulunduğu coğrafyanın tadına varır mı, pek bilinmez.
Biz tarihten, coğrafyadan, hatta yurttaşlık bilgisinden soğutulduğumuz için de, ne üzerine bastığımız toprakların geçmişiyle ilgilenir, ne ağacın-ormanın kardeşçe özgürlüğünü anlar, ne de içinde dolaşılan mekânlarda hangi öykülerin yaşandığı, hangi sevdaların türküleştiğini merak ederiz.
Ya ne yaparız?
Son model arabalarımızla, elimizde “cep” , bir an önce, bir yerlere ulaşmaya çalışır, bazen de “Allah korusun”! söylemeye korkuyorum. Genellikle gittiğimiz gibi geri döneriz.”Derya içinde olup ta deryayı bilmeyen balıklar” misali ruhen, fikren zenginleşmeden mesaiye veya okullarımıza geliriz.
Oysa dünyada Anadolu’dan “bereketli”, Anadolu’dan “verimli” toprak- ülke var mıdır? Anadolu aynı zamanda uygarlıklar- kültürler –zıtlıklar-acılar- sevdalar-destanlar- sevinçler ülkesidir, tüm duyguların, unutulmaz güzelliklerin diyarıdır şu bizim farkında olmadan ömür tükettiğimiz ülkemiz…
Diyelim ki Adana- Mersin taraflarına gittiniz. Çukurova’nın bereketli topraklarında efsanelerin, destanların ve doğanın büyüleyici yazıcısı ve anlatıcısı Koca Yaşar Kemal’i hatırlamadan yahut kimsesizleri, yalnızları anlatan bir Orhan Kemal’e merhaba demeden mi döneceksiniz?
Yine yakın coğrafyada “Sonsuz Aşkım Hatay” diyen ve bu toprakların öyküsünü kitaplaştıran aşkın, sevginin ve inceliklerin yazarı-romancısı Burhan Günel’in insan sıcaklığını duyumsamadan nasıl geçeceksiniz?
Sözgelimi Bodrum’un, Marmaris’ in mavi sularında kulaç atıyorsunuz, Ege’ yi Akdeniz’i dünyaya tanıtan Halikarnas’lı Bilge Balıkçıya bir selam göndermez misiniz?
Varsayalım ki İstanbul’un ortalarında bir yerlerdesiniz, “İstanbul’un orta yeri sinema” diyen garip şair Orhan Veli’yi, mısralarını Boğaz’ın lacivert sularına daldıran Yahya Kemal’i, memleketini ve yıldızları özleyen Nazım Hikmet’i anımsamayacak mısınız?
Tuttunuz doyumsuz gün batımlarıyla büyülendiğiniz bozkıra gittiniz, Cahit Külebi’ nin oturduğu bir Niksar kahvesinde çay içmek hoşunuza gitmez miydi?
Gençler! tatillerde, gezip-gördüğünüz yerlerde iz sürüp tarihin derinliklerinde hayal kurmaya, coğrafyanın ve evrenin sonsuzluklarında umut toplamaya ne dersiniz?
Yürüdüğümüz yollardan, serinlediğimiz yaylalara, güneşlendiğimiz kıyılardan tırmandığımız dağlara kadar yaşadığımız tüm mekânlar nice unutulmaz öyküyü, insanlık dramını, acıyı, sevdayı, eşsiz ürünleri, eserleri, yaşamın gizemli sırlarını içinde taşır, bilimin, sanatın, kültürün, kısacası, insanlığı daha ileriye götürecek birikimin hazinesidir bu topraklar, ormanlar, kentler, dereler, tepeler…
Tatili sadece denize, memlekete bir yolculuk olarak değil, insanlık ve uygarlığın geçmişinden geleceğine, evrenin ve doğanın yasalarından sırlarına uzanmanın da bir fırsatı olarak görüp değerlendirebilirsek, “verimli ve sevimli” bir seyahatin iç huzuruyla dönmüş oluruz işimize.
Böylece tatilde yaşanan gerginlikler ve telaşlar da hak edilmiş zenginlik olarak yazılır iç dünyamızın yorgun fakat beyaz sayfalarına..
Tatil denince sadece denizi, yüzmeyi, dinlenceyi, eş-dost ziyaretini mi anlıyoruz? Acaba biraz daha farklı bir bakışımız olabilir mi ?
Tatil sayısız fırsat demektir. Bir bölgeyi gezmek-görmek bizi mitolojiyle, tarihle, kültür, coğrafya, sanat, uygarlık, arkeoloji, ekonomi gibi çok geniş bir doğa-bilim yelpazesiyle karşılaştırır. Örneğin;
Çukurova’nın sarı sıcağındayız: hemen aklımıza Yaşar Kemal, Orhan Kemal gelmez mi?. Ağrı Dağı’ndayız, Yaşar Kemal ‘in Ağrı Dağı Efsanesindeki Gülbahar’ ı nasıl anımsamayız.
Karadeniz’in maviyle yeşili kucaklaştıran kıyılarındasınız, Rıfat Ilgaz’ı, O’nun “ Yıldız Karayel”, “Karartma Geceleri”, romanlarını hatırlamadan yahut Cide kıyılarındaki ahşap evini ziyaret etmeden yapılan bir gezinin tadı mı olur.
Diyelim siz Konya’da Meram Bağları’nda uzanıyorsunuz veya Kaz Dağlarında dolanıyorsunuz, “benim meskenim dağlardır” diyen Sabahattin Ali’yi, Gramofon Avrat’ı, Hasan Boğuldu öyküsünü hatırlamaz mısınız?
Geçelim İstanbul’a. İstanbul’u anlatan romanın, şiirin, öykünün haddi hesabı yok. İstanbul’a aşık nice ozan, besteci bilirsiniz. Farz edelim ki, Adaları, Burgaz’ı filan geziyorsunuz, Sait Faik’in sokağında bir çay içmek, O’nun “hişt hişt” diyen sesini duymak hoşunuza gitmez mi?
Çanakkale, Truva, Assos civarına indiniz, Homeros’u, İlyada ve Odisse destanlarını, Tanrı Zeus’u veya Gelibolu yarımadasındaki insanlık dramı savaşları zihninizde canlandırmadan çekip gidebilir misiniz?
İzmir – Urla çizgisinde Necati Cumalı’nın dizeleri okunmadan, Atilla İlhan mısralarına mecbur olmadan gece düşleri kurulabilir mi?
Ya Bodrum’da Balıkçı’ya, Akdeniz’e merhaba demeden, deniz ve yosun kokusunu içinize çekmeden, Datça’da Koca Şair Can Yücel’e el sallamadan yolunuza devam edebilir misiniz?
Evet diyorsanız, aşk olsun size! Dünya sorunlarına meydan okurcasına “Evet Aşk” diyen bir yürek ateşin içinde kuğuların dansını ve mücadelesini anlatırken cihan ceşmesi Amasra’ya ve cumhuriyet temeli Sivas’a götürmekte bizi. İşte bu yazarımız Burhan Günel Hatay’dan, Sivas’a, Amasra’dan Ankara’ya tarihin ve güncelin derinliklerinden seslenmekte bize.. Nasıl duymayız, duyumsamayız? Ateş ve Kuğu romanını nasıl iki kez okumayız?
Diyarbakır’da Ahmet Arif, Ankara- Yozgat’ta Cahit Külebi, Erzurum’da Emrah’ın dörtlükleri bize yaşam direnci vermez mi?
Ben naçizane her gittiğim, gezip-gördüğüm yerde önce yazarların, şairlerin izini sürerim. Çay içtikleri kahveleri, dolaştıkları sokakları, yaşadıkları çevreyi, konuştukları insanları arar, bulur mekânları onların sesinden, gözünden, düşüncesinden yararlanarak tanımak, bilmek isterim.
Böylece hem dinlenir, hem bilgilenirim, hem de coğrafyanın birikimiyle tokalaşırım.
Sizce de öyle değil mi?
Böylesi daha hoş oluyor, tatil bir çeşit insanlık ve uygarlık yolculuğuna dönüşüyor.