Türkiye’de Muhafazakârlığın Kökleri ve Tarihi (I)

 1 – Muhafazakârlığın Siyasi ve Kültürel Temelleri[1]

Tıpkı batıda olduğu gibi bölgemizde de monarşiden anayasal düzene geçiş süreci derinleşmesini sürdürdükçe muhafazakârlık tartışması en derininden en yüzeyde kalan toplum kesimlerine kadar herkesi cezbedici bir şekilde içine çekmektedir.

Gâvur padişahın “gâvur icadı” fesine, tam da yüz yıl sonra fesin kaldırılıp yerine şapkanın getirilmesi üzerine “din elden gidiyor” feveranıyla sahip çıkılması gibi durumların hep muhafazakârlık titri ile izah edilir olmasının yarattığı cazibe bugün de beni kendisine çekmiş durumdadır. Buna sebep bugün, merhum Yahya Kemal misali biraz “tayy-i zaman” edelim istedim.

İnsanlar kendilerini, toplum içindeki yaşayış biçimleri ile tanımlarken, devlet – toplum sistemi içinde yaratabildikleri menfaat ilişkileri ile belirli bir yere konumlarlar. Biraz açmak gerekirse; Osmanlı’dan günümüze değin özellikle kent yaşamımız, 1950’lerin meşhur göç furyasına kadar kendine özgü ve sükûnet dolu bir devinim ve dinamik ile sürüp gitmiştir. İstanbul, Edirne, Bursa gibi merkezi imparatorluk kentleri imparatorluk haşmetini daha belirgin bir şekilde taşımalarına karşın diğer taşra kentleri daha sade ve gürültüsüz bir yaşam biçimiyle donanmış vaziyettedir. Ancak hem merkez kentler de hem de taşra kentlerinde ve de kırsal yaşam biçimlerinde toplumu tepeden tırnağa kuşatan olgular mevcuttur.

Bu olgular; toplum bileşenlerini katmanlar şeklinde hissedilir bir ast-üst ilişkisi içinde birbirine bağlarken diğer yandan da bireylerin kendi aralarındaki hukuksal statüsünü de düzenlemektedir. Ayrıca bu olguların bir diğer rolü birey ile devlet arasındaki ilişkiyi tesis etmektir. Sonuç olarak bu olgular sırtını verdiği hukuksal dayanaklar dolayısıyla toplumsal ilişkilerin tümünü bir sonuca bağlayıcı görevler üstlenmektedir.

Bu tanımlama ve konumlama durumunun günlük yaşamdaki karşılığı kişilerin, sosyal sınıf ya da zümrelerin toplum içinde elde ettikleri ve taşıdıkları unvanlar ile edindikleri sosyal mevkilere bağlı olarak hiyerarşi zincirinde bulundukları yerdir. Yani kişiler unvanları ile tanınır, unvanın biçimlendirdiği mevki ile de hiyerarşik düzen içinde konumlanır.

Unvanlar, kişilerin ya da sınıfların toplumsal tabakalaşmada rollerini ve hiyerarşik yerini belirleyen en önemli sosyal unsurdur. Kişiler unvanı ile tanınır, bilinir ve özdeş kabul edilir. Bu unvana bağlı olarak da toplumsal hiyerarşide kendi özel ve öznel konumunu elde eder. Bu konumun kişi için en önemli yanı ise konumun kişiye sağladığı menfaatlerdir. Kişinin konumuna bağlı olarak devletle arasında oluşan mesafe, kişinin hem devlet karşısındaki konumunu ifade eder hem de menfaatlerinin ne düzeyde garanti kapsamında olduğunu açıklar.

Bu karmaşık görünen toplumsal biçimleniş ve tabakalaşma içinde bir insan için en yüce tanımlama ve sıfat hiç kuşkusuz ki “halife-i ruy-ü zemin”dir. Padişah, insanlara ilişkin tanımlamalar içerisinde hem en yücesi hem de doğrudan tanrı referanslı olduğu için devletlûların devletlûsu bizatihi devletin kendisidir ve hiyerarşinin en üst noktasını oluşturur. Daha doğrusu O, “Zat-ı Şahane” sıfatı ile hiyerarşinin dışındadır. Hiyerarşi, O’nun dışındakiler arasındaki bir mücadele ve menfaat alanıdır.

O soy olarak ilahi kudretin yeryüzüne bir yansımasıdır. Bundan dolayı geride kalanlar öncelikli olarak O’nun kulları olurlar başka sıfatlara ancak daha sonra ve yine O’nun himmeti ile nail olurlar. Bu sıfatları dolayısıyla O’nun konumu ve menfaatleri tanrısaldır ve kullar arasındaki didişmeden münezzehtir. Kullar ancak ve ancak O’nun himmeti ölçüsünde isim ve nam kazanırlar ve kulların unvanı, konumu ve hiyerarşisi bu şekilde ortaya çıkar.

Devlet, cihanşümul bir cihad devleti olduğu için “cihad” süreklidir ve sancak aynı zamanda orduların da komutanı olan padişahın elindedir. Devletin daimi savaş hali tarihsel olarak iki toplumsal öğeyi ön plana çıkarmıştır. Bunlardan birincisi uğruna küffara karşı cenk edilen din, diğeri ise bu uğurda savaştan savaşa koşan ordudur.

Selçuklular döneminde ticaret erbabı ve küçük esnaflar (lonca teşkilatı) en müesses sınıf iken Osmanlı döneminde din ve ordu müesseseleri toplumsal tabakalaşmada en üst iki sırayı paylaşmış ve padişahın kapıkulları olarak konumlanmışlardır. Padişaha bu denli yakın konumlanış doğal olarak en büyük menfaat alanının bu iki sınıfa tahsis edilmesine yol açmış, toplumun daha alttaki diğer katmanlarının biçimlenişinde bu iki müessesenin çok büyük bir rolü olmuştur. Daha doğrusu merkez ve taşra kent yaşamı ile kırsal alanlardaki sosyal yaşamı tamamen bu iki kurum kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak belirgin bir şekilde biçimlendirmiştir.

Din ve onun bileşenleri manevi müessese olarak tüm toplumu manevi anlamda biçimlendirip kişilere kazandırdığı rütbelerle onlar arasında hiyerarşi tesis ederken aynı zamanda yarattığı hiyerarşik yapıya uygun olarak da uhrevi ve dünyevi nimetleri dinin direği halifeden de aldığı güçle dilediğince pay etmiştir. Ayrıca din büyükleri, akıl danelik rolleri ile devletin yüce katlarında en önemli mevkilerin başını tutarak, toplumun gerektiğinde yerinde oynatılması için güçlü bir manivela niteliği de kazanmıştır.

Ordu ise hem devlet yönetimini yürüten bürokrasiyi din kurumu ile paylaşmış hem de “has, zeamet ve tımar” diye bildiğimiz meşhur “mir-i arazi” rejimi yoluyla ülkenin tüm topraklarını kendi arasında pay etmiştir. Sonuç olarak yüzyıllarca sorunsuz işleyen bir ortaklık sistemi tesis edilmiştir.

Bu sistem kuşkusuz olarak iyi bir sistem olarak uzun süre başarılı da olmuştur. Yüzyıllar boyunca devleti besleyen sistem olarak ayakta kalması da bunun göstergesidir. Ancak devlet ruhunun “cihad”a dayanması sistemin en zayıf noktasını oluşturmuştur. Çünkü cihad çağrısı yeni bir ganimet demektir ve ganimet bol oldukça ortaklığın devamında bir sorun olmamıştır.

Fakat genelde devletin özelde ise ordunun artan yenilgilerle beraber cihadın bir gereği olan huruç harekâtından “ricat” harekâtına mecbur kalmasının sıklaşmasıyla sistem de arıza vermeye başlamıştır.

Kısacası bu gelişmelere bağlı olarak; “Öküz ölmüş ortaklık bitmiştir”.


[1] Bu yazıda muhafazakârlık kelimesi hiçbir şekilde inançlarla ilgili değerlere sahip çıkmak ve onu yaşamak anlamında kullanılmamıştır. Bu yazıda muhafazakârlık kavramı bazen dinsel metaforlarla beslenen ama bir menfaat koruma güdüsüne dönüşen davranışlar anlamında bazen de ilericilik, modernlik gibi kavramlarla beslenen ve kazanılan kaleleri beşeri arzular nedeniyle canhıraş savunma refleksi anlamında kullanılmıştır. İsteyen bu kavramlardan kendine en uygun olanını seçer. Ancak hiçbir şey ülkemizde ve toplumuzda var olan bu düalist muhafazakârlık gerçeğinin üzerini körleme gücüne sahip değildir.

print

Bir cevap yazın