Türkiye’de Muhafazakârlığın Kökleri ve Tarihi – IV

4 – İktidar Olmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Yeni Muhafazakârlık

Türkiye’nin muhafazakârlık tarihi; kaybedilen patronajı yeniden elde etme mücadelesinin tarihi olarak özetlenebilir. Çünkü Türkiye’de muhafazakârlık olgusu ve çatışmasıOsmanlının son dönemlerinde seküler aydınlarca, dinsel elitlere yönetimden (pastadan) el çektirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Ancak din elitlerinin 1923’te daha doğrusu 1 Mart 1924’te Halifeliğin İlgası üzerine savaşı kesin olarak kaybetmesiyle Türkiye’de yeni bir muhafazakârlık türü daha doğmuştur. Bu da Türkiye’nin modern muhafazakârları olan Kuvva-i Milliye derneklerinin Kurtuluş Savaşı sırasında üstlendikleri rol karşılığında elde ettikleri, gözden kaçan ama bir o kadar da şaşırtıcı ortaklığının korunmasına yönelik olarak ortaya çıkan iktidar savaşıdır.

Buna da kısaca yeni galiplerin kazandıklarını koruma/artırma kavgası diyebiliriz.

Savaşı yürüten ve kazanan bu yapılanma kendi içinde üç ayrı ana kesim/sınıftan oluştuğu için savaş da üç ayrı cephede sürmüştür. Bunlar her ne kadar gemiyi kurtarana kadar kaptanlık konusunda sorun yaşamamışlarsa da gemi sağlam limanlara ulaştıktan sonra bu sınıflar arasında rol dağılımı ve menfaatlerin paylaşımı sorun olmuştur[1].

Birinci kesim partileşerek doğrudan iktidara oturan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın içinde kendine yarattığı menfaat alanını kâh korumaya kâh genişletmeye çalışan yeni sınıflardır. Bu kesim aslında oldukça geniş bir yelpazeyi zımni bir anlaşmayla içinde barındırmayı becerebilen en güçlü kesimdir.

Bu cenahta kimler var diye bakacak olursak yelpaze aslında kısa bir tanımlama yapmaya izin vermeyecek kadar geniştir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşları, top yekun ordu ve asker bürokrasisi, İttihat Terakki’den beri ideolojik düş dünyasını kurgulayan seküler aydınlar ilk akla gelenlerdir. Sermaye siyaset kesimini temsilen ise kentli sanayi ve ticaret burjuvazisi (İzmir İktisat Kongresi bu son kesim için verilmiş bir taahhüttür, ortaklık böyle kurulmuştur) ile TBMM’nin kimi kıdemli kimi de yeni yetme siyasetçileri bu kesimin içinde konumlanmıştır. İktidarda olan siyasi felsefenin yapıtaşları olarak konumlanmak haliyle saadet kapılarının bu kesimlere sonuna kadar açılmasını sağlamıştır. Bu kesimlerin savaşı artık bu saatte kazanılmış olan konum ve menfaatlerin korunmasına ilişkindir.

Sonuç olarak 1923; Kıblegah’ın değiştiği önemli bir dönüm noktasıdır. Koç, Eczacıbaşı, Bilgin ailesi gibi önemli zenginlikler kıbleyi doğru seçmekle doğmuş yeni sınıfların önde gelen temsilcileridir. Ayrıca bu kesime Osmanlı döneminde sabunculuk, gıda tüccarlığı gibi işlerle iştigal eden, Milli Mücadele döneminde flu davranmasına karşın sonucun belli olmasıyla safını hızlı bir şekilde Ankara’nın yanında tutan İstanbul’un ticaret erbabını da dâhil edebiliriz. Ki bu kesim zamanla Selanik kökenli güçlü bir sermaye yapılanmasının kontrolü altına girerken on yıllar boyunca ülkenin gerçek iktidarı olma istidadı kazanacaktır.

İkinci kesim, Ankara’ya verdiği desteğin karşılığını köy-kasaba ağalığından “eşraf (şerefli)” sıfatına devşiren eskinin ayanlarının günümüzdeki karşılığı olan taşralı küçük burjuvazidir. Yeni kurulan devlet doğası gereği elinin doğrudan uzanamadığı yerlerde kendine itaat kaydıyla iktidarı güvenilir ortaklara devretmiştir. Çünkü o dönem için devletin hizmet ve kontrol mekanizması yeterince güçlü değildir ve bu işlevlerin üstlenilmesi gerekir. Bu sebeple devlet Ankara’ya uzak düşen yerlerde yerel önderlerin varlıklarını hem benimsemiş hem de bunlara onay vererek onların halk gözündeki meşruiyetlerini tescil etmiştir. Böylece pek yeni olmasa da oldukça güçlü bir muhafazakâr kesim daha doğmuştur. Bu kesim etkisini özellikle 1945 Toprak Reformu sırasında göstermiş, menfaatlerine zarar vereceğine inandıkları İnönü’yü 1950’de iktidardan eden temel amillerden birisi olmuşlardır. Bu kesim aynı zamanda varlığını günümüzde hala güçlü bir şekilde sürdüren “patron-yanaşma demokrasisi”nin belkemiğini oluşturmaktadır. Menderes ve Ailesi, Sazak Ailesi, Sökmen Ailesi, hemen her kentte ve taşranın her yerinde görülebilen aşiretvari yapılar, ağalar ve büyük, köklü –diye tabir edilen– müreffeh aileler hep bu ortaklığın günümüze uzanan kemirgen hatıralarıdır. Bu kesimler sofranın asli unsurları olmayıp sofranın artıkları ile beslenen ancak önemli ölçüde taht-ı hayat garantisi elde etmiş kesimlerdir. Elde ettikleri bu garanti ve kazandıkları meşruiyet sayesinde taşradaki kamusal otoritenin de çok zaman temsilcileri olmuştur. Özellikle CHP’nin il başkanlarının aynı zamanda il valisi olması, taşradaki parti yöneticilerinin diğer merkez memurlarının üzerinde ayrıcalıklara sahip olması bu asalak sınıfların gün be gün güçlenmelerine ve zenginleşmelerine yol açmıştır.

Üçüncü kesim ise siyaset erbabıdır. Aslında siyaset erbabı başlangıçta birinci kesim içerisindedir. Çünkü ilk zamanlarda siyaset erbabının seçilmesi, doğrudan merkezin dahline tabi iken zamanla taşranın ileri gelenlerinin siyasete dâhil ve müdahil olmaları sonucu siyaset erbabının oluşturduğu kesimin genişlemesine yol açmıştır. Bunun sonucunda birinci kesim geçen yıllar sonunda içinde bir bölünme yaşayarak bürokrasi sınıfı – siyasetçi sınıfı şeklinde bir bölünme yaşamıştır.

Bu bölünmenin neticesinde kurucu felsefenin taraftarları ve devlet memuriyetinde yetişenlerle asker ve aydınlar hep bir arada güçlü bürokrasi sınıfını oluştururken bu kesimle menfaat çatışmaları belirginleşmeye başlayan siyasetçi kesimi ayrı sınıflara dönüşmüşlerdir. Ancak bu ayrışma kimi zaman kırmızıçizgilerle gerçekleşmişken kimi zaman da bu kesimlerin birbirinden kadro devşirmesiyle iç içe bir görünüm sergilemişlerdir.

Bu gelişmenin en önemli nedenlerden bir tanesi eğitimin de artmasıyla aslen taşralı memur kadrolarının bürokraside yükselerek siyasetçi sınıfına dâhil olmasıdır. Kuruluş döneminde merkez bürokrasisini tamamen elit bir aydın kesim oluştururken zamanla bürokrasiye giriş kolaylaşmış, devletin genişleyen kadroları yeni simaların sivrilmesine olanaklar verdikçe de bürokrasinin renkliliği artmıştır. Bunun sonucunda da doğrudan merkezden kontrol edilmesi zorlaşan bürokrasi içerisinde pastaya daha da güçlü bir şekilde ortak olmak isteyen kişiler çıkmıştır. Bu kişilerin en çok tercih ettiği yöntem ise siyasete dâhil olarak kendi bürokrasisini yaratma girişimleri olmuştur. Ancak bu kesimin en belirgin özelliği aslen CHP’li olmayan, önemli ölçüde kuruluş ideolojisine muhalefeti olan, çok zaman da 1923 ile kaybedilen saltanatın öç retoriği ile alttan alta örgütlenen farklı bir zihinsel dünyanın üyesi olmaktır. Her ne kadar bu kesimler de başlangıçta CHP içinde siyaset yapmışlarsa da 1946 bu kesim için bir milat olarak kabul edilebilir. Çünkü kendilerine özgü bir yuvaya kavuşmuş olan bu kesim, bu sayede CHP içindeki İnönü muhalifleri olmaktan rejim muhalifliğine ve din bayraktarlığına terfi etmişlerdir.

Bu kesim zaman içinde en hızlı örgütlenen ve güçlenen kesim olmuştur. Bu kesim için CHP ile yaşanan yol ayrımını yaratan somut olay ise İnönü’nün savaş vurguncularından hesap soracağını söylemesi ve 1945 yılındaki Toprak Reformu projesidir. 1923 ile kazandıkları imtiyazın toprak reformu ile kaybedilecek olması bu kesimin bir yıl içinde partileşmesini sağlamıştır. Ayrıca 1940’lardaki 2. Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarında yaşanan sefaletler ve gerek merkezde gerekse taşrada pek çok CHP ileri geleninin acıtıcı yanlışları (Varlık Vergisi, aşırı ve eşitsiz vergiler, vatandaşa taşrada çektirilen bürokratik çile vs…) bu kesimin çok sayıda taraftar bulmasına ve arkasına güçlü bir kitlesel destek almasına neden olmuştur.

Ayrıca bu kesimin siyasi söylemini “para ve din” gibi birbirinden büyük iki tanrısal mit üzerine oturtması kitlelerin büyülenmişçesine bu kesimlerin arkasında yürümesini sağlamıştır. Bir diğer önemli etken ise tarihsel mağlupların ufukta ışık görmüşçesine bu kesimlere moral destek sağlamasıdır. Artık rövanşın yaklaşmaktadır.

Yıl 1950… Devir artık kaybedenlerin tekrar kazanma zamanıdır.

 


[1] Eğer bu konuya ilgi duyan varsa – her ne kadar adı ve anlatımı bir roman olsa da – Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” isimli romanını önemle tavsiye ederim.

print

Bir cevap yazın