Türkiye’de Muhafazakârlığın Kökleri ve Tarihi (II)

2 – Muhafazakârlığı Yaratan Sınıfsal Bölünme

Devlet-i Ali Osmanî yengileri unutup yenilgilere duçar oldukça gözler orduya çevrilmiş, değişimin ve modernleşmenin ilk adımları de ordu müessesesine ilişkin olarak ortaya çıkmıştır. Ordunun silah donanımında gelişmeyi ve güçlenmeyi hedefleyen fen ve mühendislik alanındaki yeniliklere dayalı çabalarla ordunun zaafları giderilmeye çalışılmıştır.

Ancak bu çabanın bir uzantısı olarak dönemin padişahının 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ordu içinde yeni nizam (Nizam-ı Cedit) arayışları ordu devletlûları (ocaklar) arasında huzursuzluk yaratmıştır. Bu dönemde taşralı ayanların (taşra memalik hanedanları) da kendi aralarında ittifak yaparak merkeze karşı güç gösterisine kalkışmaları merkezdeki hiyerarşik düzeni yıpratmıştır. Bu yıpranmayı ortadan kaldırmak için taşradaki güçlü valilerden birisi olan Alemdar Mustafa Paşa harekete geçmişse de daha kendisi İstanbul’a gelemeden isyan ile tahttan indirilmiş olan Üçüncü Selim boğularak öldürülmüştür. Bunun üzerine Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim’in yerine geçirilen Dördüncü Mustafa’yı tahttan indirerek İkinci Mahmut’u tahta geçirmişse de düzen tam kurulamamış, taşralı feodallerin başıbozuklukları daha da artmıştır. Bu başıbozukluğun sonlandırılması ise “1808 Sened-i İttifakı”nın imzalanması ile olmuştur.

Padişahın kutsal otoritesinin tekrar takdis edildiği bu belge ile artık her sözü padişahın sözü sayılacak olan sadrazama kesin itaat şartı getirilmiş buna karşın taşralı ayanların ellerindeki gücün babadan oğula devrine imkân veren bir hukuki durum ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki mevcut feodal kılıklı ve muhafazakârlık mitoslarıyla beslenen ilkel sosyal sınıflanmanın çekirdeği de bu yıllardaki çatışmanın sonuçlanma biçimidir.

Sened-i İttifak, Alemdar Mustafa Paşa’dan sonra fiilen yürürlükten kalkmışsa da fiili durum bakımından nitelik olarak önemli sayılabilecek bir güç bölüşümü yaratmıştır.

Bir kere padişahı yeniden “Halife-i Ruy-u Zemin” makamıyla kutsayan senedin 4. şartı ayanların sadrazama kayıtsız şartsız itaatini getirmiştir. Bu şarta göre sadrazam kanun hilafına bir işe girişmeyecek buna karşılık da ayanlar sadrazamdan gelen emri padişahın emri olarak kabul edecektir. 5. şart ise ayanlığın babadan oğla bir verasete dönüşmesini getirmiştir. Ağalık müessesesi, Osmanlı toplumuna her ne kadar Bizans’taki Tekfurluk Sistemi ile geçmiş olsa da günümüzdeki ağalığın en önemli hukuki ve sosyal temellerinden birisi bu hükümdür.

Belgeye imza atan 21 kişiden 4’ü taşralı feodaller iken geriye kalan 17 kişinin vüzera-ı devlet ve ulema-ı himmetten olması musluğun başında hala eski ortakların olduğunu göstermektedir. Ancak senedi imzalamak için Kâğıthane’de toplanan “Meşveret-i Amme” içerisinde şeyhülislam ve birkaç kadı karşısında askerlerin çoğunlukta olduğu bürokratların (vükelâ-i devlet) önemli bir ağırlığının da olduğu göze çarpmaktadır. Bu da gösteriyor ki güç gittikçe bürokrasiye doğru devşirilmektedir.

Bu dönemin gelişmeleri Cumhuriyet Döneminde hala farklı yorumlanmaktadır. S. S. Onar gibi kimi hukukçular bile bunu hukuk devletine doğru atılmış bir adım olarak kabul ederken Sened-i İttifakın uygulanamamış olmasına hayıflanan N. Kubalı gibi bazı hukukçular da bunu mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçiş olarak değerlendirmektedir. Feodalitenin çağ dışılığından hareket eden D. Avcıoğlu gibi bazı isimler ise “Eşkıyalığı meşrulaştıran Sened-i İttifak bir utanç belgesidir.” demektedirler. Ancak şu bir gerçek ki; kısmen de olsa merkeze de sınırlamalar getiren bu belge C. Eroğul ve Mümtaz Hoca’nın da dediği gibi sınırlamaları halk yararına getirmemiş hatta ağalık feodalizmini devlet korumasına alarak meşrulaştırmıştır. Dahası günümüzdeki merkezden çevreye doğru şebekeleşmiş dinsel otoritelerce meşruiyet dinamikleri yaratılan “şeriat[1] destekli muhafazakâr paylaşım düzeninin temellerini atmıştır.

Dönemin bu özel ve kendine özgü gelişmesinden uzaklaşıp yüzyılın genel resmine tekrar dönmek gerekirse;

Kırım Harbi (1854) ve 93 Harbi’ni (1876–77) bir kenarda tutarsak 19. yüzyılın hemen tamamı ordu ve devlet bakımından seferde değil hazarda geçmiştir. Bu durum orduyu önemli ölçüde asli görevlerinden uzaklaştırmış buna bağlı olarak merkezdeki hiyerarşi ve güç çatışması daha da yoğunlaşmıştır.

Yüzyılın ortalarında 15 yıl arayla yaşanan, dış faktörlerden beslenen iki önemli olay devlet düzeni ve merkezdeki güç yapılanması üzerinde çok önemli değişiklikler yaratmıştır. Bunlardan birincisi 1839 Tanzimat Fermanı’dır. İngiliz Reşit Paşa’nın kaleme aldığı bir hukuki metin olarak “müsaadat-ı şahane” eliyle tebaaya eskiye nazaran yeni hakların verildiği bir belge olarak tanımlansa da iç dinamiklerle değil de dış baskılarla kaleme alınmış olması önemli ve üzerinde durulması gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.

İkinci önemli olay ise; Osmanlı Devleti’ni Avrupa ailesinin bir ferdi kabul eden Paris Anlaşmasından sadece altı hafta önce yine Batının dayatması ile imzalanan Islahat Fermanı’dır ki muhtevasını oluşturan 19 maddenin tamamı Osmanlı topraklarındaki Gayrı Müslimlerin haklarına yönelik hususları içermektedir. Doğrudan Müslim tebaayı ilgilendiren tek bir maddesi dahi yoktur, yorumu da okuyucuya bırakıyorum.

Artık eski sosyal, sınıfsal ve hukuksal düzenin gerek iç dinamiklerle gerekse dışsal zorlamalarla bozulmaya başladığı 19. yüzyılın ortalarındaki bir başka önemli gelişme muhafazakârlık-ilericilik eksenindeki çatışmayı hızlandırmış, çatışanların adları hep değişik şekillerde telaffuz edilmişse de çatışanlar hep muhafazakârlarla sofrada kendine de pay isteyen ötekiler olmuştur. Bu dönem aynı zamanda ismen telaffuz edilmese de öteki kavramının iyice su yüzüne çıktığı ve istenmeyen kesimlerin merkezdeki köşe başlarını tutanlarca hemen ötekileştirilip devlet imkânlarıyla telef edilmeye başlandığı dönemdir. Bu anlayış günümüzde şiddetini artırarak devam etmektedir.

Bu önemli gelişme, batı kültüründen, yaşam tarzından ve felsefi düşüncesinden önemli ölçüde etkilenen, seküler nitelikli aydın –okumuş, mektepli– kesimin çoğalarak güç kazanması, bu kesimlerin Dersaadet’te güç kazanarak değişen sisteme dâhil olma çabasıdır. Hatta öyle ki sistemin bir üyesi olmanın da ötesine geçerek sistemi yeniden dizayn ederek tepeden inme bir şekilde yukarılarda yer alma, yönetsel ayrıcalıkları elde etme çabasıdır. Ki bu grup günümüzde bile, bu tepeden inmeci ve Fransız Aydınlanması’ndan etkilenme biçimleri dolayısıyla “jakoben aydınlar” olarak adlandırılmaktadır.

Geçmişi çok da eskilere gitmeyen bu kesimin ortaya çıkması merkezde dengeleri değiştirmiş hatta o güne kadar mevcut olan kesimler arasındaki ilişkileri de kökünden değiştirmiş, günümüzün ifadesiyle ezberleri bozmuştur.

Çünkü o güne kadar tarihsel konumları gereği ne din kurumu ne de ordu kurumu padişahlık kurumuna hiçbir zaman muhalefet etmemişlerdir. Aksine kendilerinin varlık sebebi ve velinimetleri olan padişahın ve padişahlık kurumunun kitleler karşısındaki meşruiyetini sağlamışlardır. Ancak ortaya çıkan bu yeni sınıf  (zaman içinde ordunun da büyük kısmı bu kesime katılacaktır) onların aksine doğrudan padişahı ve padişahlık kurumunu hedef alırken devletlu kesimin yeniden nizamını istemiştir. Bunun anlamı ise var olan “mutlak saadet zinciri”nin bozulmasıdır.

İşte hala günümüzde de süren savaşı başlatan da bu durumdur. Çünkü gittikçe palazlanan bu kesim ordu içinde kazandığı ittifak mevzilerinin de verdiği cesaretle toplumsal tabakalaşmayı kökünden değiştirme konusundaki söylemini daha yüksek perdeden dile getirir olmuştur. Ordu bu yeni sınıf ile girdiği ittifak neticesinde gücünü korurken hatta gittikçe etkisizleştirilen padişahın karşısında daha da güçlü bir şekilde konumlanırken eski ortaklığın diğer kanadı dinsel sınıflar yavaş yavaş kapının önüne konmaya başlanmaktadır. Artık 1800’lerin başında bozulan ortaklığın tarafları yüzyılın son çeyreğinde çetin bir savaşa tutuşmuşlardır.

Özellikle Jön Türk aydınlarının seküler yaklaşımları ve militarist örgütlenme biçimleri din müessesesinde menfaatlerin muhafazasına ilişkin endişeleri tırmandırmıştır. Ayrıca bu dönemde Mithat Paşa’nın dikte ederek yürürlüğe koydurduğu anayasa (1876 Kanun-i Esasi) gereği ortaya bir de “mebus” adıyla yeni ortakların çıkması din sınıfını derhal harekete geçmeye zorlamıştır.

20. yüzyılın başlarında Jön Türklerin devamı niteliğinde olan ama daha güçlü bir örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki Fırkası, aydın-asker dayanışmasına resmi bir nitelik veren ve devletin “dibacesi”ni yeniden düzenleyen telakkisiyle din müessesesini tamamen sofranın dışında tutan bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Böylece 1820’lerde biten ortaklık 1900’lerde artık iflah olmaz bir düşmanlığa dönüşmüştür. Çünkü kısa mazisine rağmen seküler aydınlar orduyu kendi büyüsünün etkisi altına almışlar, askerlerle kurdukları yeni ittifak sayesinde hem zat-ı şahanenin gücünden güç devşirmişler hem de din kaynaklı otoriteyi yaratan elitleri zat-ı şahane’nin sofrasından atmışlardır.

Günümüzde dinci kesimin İttihat Terakki’ye karşı hala sürüp giden bitmez tükenmez öfkesinin en önemli nedenlerinden birisi de bu kesimin bilinçaltında yer etmiş olan “dışlanmışlığın yarattığı eziklik psikolojisi”dir.

 


[1] Buradaki şeriat kelimesinden kasıt kelime manasıyla şeriat hukuku ve yaşam biçimi (İslam’daki gerçek manası) olmayıp, tebaanın otoriteye itaatini kayıtsız şartsız bir itaat imanıyla düzenleyen ve manipülasyonlarla bezeli çıkarcı sosyal ve hukuki düzenektir.

print

Bir cevap yazın