Bilindiği gibi Osmanlı döneminde “Azınlık” yerine “Ekalliyet”, “Çoğunluk” yerine de “Ekseriyet” kavramı kullanılırdı. Osmanlı yönetimi altındaki halk din farkına göre sınıflandırılır, Müslüman olan ve Gayri Müslim olan diye iki ana bölüme ayrılmıştır. Müslümanlar, çoğunluk/ekseriyet sayılırdı. Osmanlı sınırlarının en fazla genişlediği dönemde (17. yüzyılda) Müslümanların, nüfusun % 55’ini buna karşılık Gayrimüslim olanların ise nüfusun % 45’ini teşkil ettikleri kabul edilmiştir. Bu sınıflandırmada Müslümanlar, “millet-i hakime” sayılmıştır. Osmanlı Devletinin asli tabanı, sahibi gibi görülmüştür. Gayri Müslimler azınlık/ekalliyet sayıldıkları için onlara da azınlık hukuku uygulanmıştır. Gayrimüslimler, din ve mezhep farklarına göre her biri ayrı bir “millet” sayılmış, Rum Milleti, Ermeni Milleti, Süryani Milleti gibi. Bu “milletlerin” ruhani önderleri Osmanlı Devletine karşı kendi milletlerinin sorumlusu ve yetkilisi kabul edilmişlerdir. Bu ruhani önderleri, kendi milletleri seçer, Osmanlı Padişahları ise o seçimleri yalnızca onaylardı. Ruhani önderler, kendi milletlerinin, medeni, eğitim, ibadi ve mabetlerin iaresi ve bakımı gibi işlerden sorumluydu.
Millet sistemi kapitülasyon uygulamaları aşlayıncaya kadar Osmanlı yönetimi için sorun oluşturmadığı gibi olaylıklarda sağlamıştır. Azınlıklar ise oldukça geniş hak ve özgürlüklerin sahibi olmuşlardır. Ama kapitülasyon uygulamaları millet sistemi ile kurulmuş olan, milleti hakime/çoğunluk ile azınlık arasındaki dengeyi zamanla azınlıkların lehine bozmuştur.
Osmanlıların Avrupa ülkeleri ile olan ticari, siyasi ve kültürel ilişkilerinin giderek arttığı dönemler aynı zamanda hem kapitülasyonların hem de ıslahat çalışmalarının da arttığı bir döneme rastlamıştır. Batıda millet kavramı yerine “Nation” kelimesi kullanılırdı. Nation ise esas itibarı ile ırki bir tasnifti. Dini bir içerik taşımazdı. Rönesans ve reform hareketleri döneminde yaygınlaşan, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi ile daha da güçlenen bu anlayışta Nation; dini değil cins/ırk birlikteliğini ifade etmiştir.
İslam Dünyası, Osmanlı Devleti cins ve ırk esaslı birlikteliğe sahip olmamıştır. Selçuklu/Fatimi, Osmanlı/Safavi mücadelelerinde görüldüğü gibi mezhebi siyasetler ve tercihler dönemin şartlarına bağlı olarak öne çıkmış ise de genel olarak mezhep farklılığı da Avrupa’da benzerlerinde görüldüğü gibi iki rakip ve iki farklı dinin mücadelesine İslam Dünyasında dönüşmemiştir. Osmanlıların yönettikleri halkı Müslüman olan ve olmayan diye tasnif etmeleri 19. yüz yıl şartlarında giderek anlam daralmalarına ve tartışmalarına yol açmıştır. Osmanlı yönetimi altındaki Hıristiyan azınlıkların, Batılı sömürgeci devletlerin desteği ile bağımsızlık mücadelesine girişmeleri önce Müslüman toplulukların (Anasır-ı İslamiye) arasında İttihad-ı İslam fikrinin güçlenmesine yol açmıştır. Ama zamanla Hıristiyan azınlıkların ayrılmaları, Osmanlı’dan ayrılan bölgelerde yaşayan Müslüman toplulukların tehir edilmeleri gibi pek çok olayın bir birikimi sonunda İttihad-ı İslam fikri de zayıflamaya başlamıştır. Artık bazı Müslüman topluluklar dağılan Osmanlıdan ne kadar toprakta biz elde edebiliriz arayışı içine girmiştir. Belki Arnavut ve Arap isyanlarını böyle açıklamak gerekir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı nüfusunun yaklaşık % 20’si Hıristiyan azınlıklardan oluşmaktaydı. Ancak karşılıklı tehcir olaylarından sonra bu nüfus oranlarında Hıristiyan azınlıkların aleyhine Müslüman çoğunluğunda lehine büyük değişiklikler yaşanmıştır.
İşte bu dönemde Kasım 1922’de Lozan görüşmeleri başlamıştır. Batılı ülkeler özellikle İngiltere, Türkiye’de dini, mezhebi ve ırki olmak üzere üç ayrı azınlık statüsünün oluşturulmasını savunmuştur. İngiltere’ye göre: Müslüman olmayan topuluklar, Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi, Yezidiler azınlık olmalıydılar. Osmanlı döneminde bu topluluklar zaten azınlık sayılmıştır. Savaş döneminde nüfusları büyük ölçüde azalmıştır. Bu topluluklara yeniden azınlık statüsünün verilmesi ciddi bir sorun teşkil etmemiştir. Mezhep bakımından, özellikle Alevilerin de azınlık kapsamına alınması ise ciddi tartışmalardan sonra gündemden çıkmıştır. Batılı ülkeler, Alevileri bir pazarlık unsuru olarak öne sürmüş iseler de zamanla ısrarcı olmadıkları da görülmüştür. O dönemde, Aleviler adına ayrı bir azınlık talebinin de olmayışı yine belirleyici olan başka bir sebep olmuştur. Lozan pazarlıkları döneminde Alevilik Türkiye tarafı aleyhine kullanılabilecek bir içeriğe de sahip değildir.
İngilizlerin ısrarı ile ırk bakımından azılık sayılmaları gerekenlerin arasında; Kürtler ilk sırayı almıştır. Elbette Araplar, Boşnaklar, Gürcüler, Çerkezler, Abazalar vs zaman zaman gündeme gelmiş ise de asıl tartışma konusunu büyük ölçüde Kürtler oluşturmuştur. İngiliz tarafı, hem Türkiye’deki azınlıkların tespitinde hem de özellikle Musul görüşmelerinde, Kürtlerin, Türk olmadıklarını, Türkiye’deki Kürtlerin bu yüzden azınlık sayılmaları icap ettiğini, Musul vilayetinde Kürtlerin nüfusça çoğunluk olduklarını bu yüzden Musul’unda Türkiye sınırları dışında kalması icap ettiğini savunmuştur.
Kürtler etrafında asıl tartışma Musul sebebiyle olmuştur. Çünkü İsmet İnönü, ısrarla “Kürtlerde Turani’dir, Türk’türler sadece farklı dil konuşurlar, bu yüzden biz burada hem Türkleri hem de Kürtleri temsil etmekteyiz” diye görüşlerini savunurken, İngiliz temsilci Lord Curzon ise, “Kürtlerin Turani / Türk olmadıklarını farklı bir etnik yapıda olduklarını üstelik Türk idaresini de istemediklerini” savunmuştur. Lord Gürzon’un iddiaları son derece öğreticidir. Ona göre bırakın Kürtlerin Türk olmasını, “Irak’ta bulunan Türkmenler de Türk değildir.” Günümüzde bazı İslami çevrelerin görüşleri ile inanılmaz bir benzerlik görülmektedir. Elbette Curzon, siyasi bir taraf olarak bu iddiaları savunmakta haklıdır. Ancak bazı İslami çevrelerin onun görüşlerine rahmet okuturcasına, “Türkmenlerin, Azerilerin, Oğuzların, Türkleştirildiğini” iddia etmeleri ise mizahi olmaktan daha öteye bir anlamı olmalıdır. Cürzon’un görüşlerine bu kadar sadakat göstermek ve bunu İslamcılık larak takdim edebilmek taammüden bir cehalet olmalıdır.
Bütün bunların ayrıntılı hikayesi ise 1925 tarihli Ayın Tarihi Mecmuasında vardır. Buna rağmen Lozan görüşmeleri ve savunmaları için her kesimin kendi görüşüne uyan cümleleri alarak yeni teoriler ihdas etmesi her hangi bir tarihi temele dayanmaz.
İsmet Paşa ise anılarında bu tartışmalara hiç yer vermez. Belli ki bu konuları çok avami bulmuş olmalı ve Paşa seviyesinden uzak saymış olmalıdır. Buna rağmen Lozan anlaşması Türk tarafının tezine göre, yalnızca Gayrimüslimlerin azınlık sayılması esasına göre yapılmıştır: Ermenler, Rumlar ve Yahudiler azınlık sayılmıştır. Sayıları az da olsa Süryaniler her nedense azınlık kapsamına alınmamıştır.
Ancak Lozan’da ki bu azınlık tanımı gerçeği ne kadar kapsamıştır? Resmi Türk tezi, bir yandan din esaslı bir millet tanımını uygun görmezken diğer yandan ırk esaslı bir millet tanımı da yapmadığını aslında “coğrafi temelli bir tanım yapıldığı, Türkiye’de yaşayan her kesin Türk sayılması” gibi bir tanım ise uzun vade de derde deva olmamıştır.
Lozan’da sanki “Millet-i İslami’ye” esasına göre bir tanım varmış gibi yeniden o tanımın referans yapılması da bir kıymeti harbiyeye sahip değildir.
Üstelik Lozan’dan sonra, Türkiye’de yapılan değişimlerden hayli memnun kalan Gayrimüslim azınlıklarda, artık azınlık haklarından yararlanmak istemediklerini ve çoğunluktan sayılmak istediklerini dönemin makamlarına bildirmişlerdir. Uluslar arası anlaşmalarda her ne kadar azınlık sayılsalar bile fiilen azınlık olmak istemediklerini beyan etmişlerdir.
1-Ayı Tarihi / Aylık Mecmua, Ankara 1341 / 1925
2-İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1992
1-Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İşaret Yayınları, İstanbul 1992
3- Seha L. MERAY, (Çeviren) Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, 1969 Ankara.