6 – CHP mi Yoksa DP mi Daha Muhafazakâr?
Şimdi bu durumda sorulması gerekir;
Kim daha batıcı? Kim daha dindar? Yâda hangi batı? Asıl soru ise şu: Hangi din? Ya da muhafazakârlığın gerçek dini neŞahsen vicdanen, CHP’ye yada ona benzer bir zihniyete gavur yada dinsiz denilen bir durumda sağ iktidarların bu ülkede yatacak yerinin olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Şu bir gerçektir; CHP, hep militarist bir laisizm söylemi içerisinde olmuştur. Haliyle bu duruşu geniş kitlelere kendini anlatmasını zorlaştırmıştır. Zaman içinde ruhbanların da kirli propagandaları CHP’yi halkın gözünde dinsiz bir parti konumuna getirmiştir. CHP bu konumdan kurtulabilmek, halkı ile daha barışık ve iç içe olmak için yeterli ve güçlü çabayı gösterememiştir. Daha doğrusu CHP’nin kendisinde bu konuda bir irade eksikliği görülmüştür. Yukarıda da bahsettiğim CHP içindeki muhafazakâr elitler (sert çekirdek) CHP’nin halka daha yumuşak bir yüzle inmesini hep engellemiştir.
Oysa hep unutturulan bir gerçek vardır. 2. Dünya Savaşı yılları biter bitmez, İnönü, kitlesel talepleri gerçekleştirmeye yönelik önemli şeyler yapmıştır. Mesela 1947–1950 arasında ülkemizde birçok imam hatip okulu açılmıştır. Ancak ne ilginçtir ki “En çok imam hatip okulunu ben açtım” diye böbürlenmek ise radikal kesimlerin masonlukla suçladığı Demirel’e nasip olmuştur. DP geleneğinin 7 kere gidip 8 kere gelen “Bir Bilen” adamı Süleyman Demirel’in soyadından olup da yolsuzluğa bulaşmamış insan bulunamazken İnönü’nün aile efradından siyasi destekle mal mülk sahibi olmuş bir tek kişi dahi bulunamaz. Maalesef ki Demirel soyadı başta olmak üzere sağ iktidarların siyasi ileri gelenlerinden çevresinde siyaset yoluyla zenginleşmeyen bir mümin aramak Diyojenlikten başka bir şey değildir. hatta sağ kesimin kereste, odun gibi vasat mamullerle başlayan yolsuzluk ve zenginleşme serüveni, sağın sağına doğru gidildikçe daha teknolojik bir boyut kazanmış günümüzde ise gemiler, tersaneler deniz filoları gibi küresel ve teknosel boyutlar kazanmıştır.
Bir diğer önemli konu, dış ilişkiler konusudur.
Rusya’dan ve Kızılordu’dan dehşet derecesine varan bir korku duymasına karşın İnönü bir gün olsun Amerika’nın sıcak koynuna girmemiştir. Ama ne yazık ki muhafazakârlığın kalesi sağ iktidarların liderlerinin hepsi Amerikanın sıcak koynunda abdest ve iman tazelemiştir.
Netice itibarıyla Türkiye’de muhafazakârlık; hiçbir zaman din ve dini değerleri savunmak ya da yaşatmakla, din adına mücadele etmekle ilgili bir olgu olmamıştır. Türkiye’de muhafazakârlık her zaman için maddi bir şeylerin metafizik simülasyonlarla perdelenmesi olmuştur. Bu bir mücadeledir. Gün geçtikçe anladık ki muhafazakârlık çocukluğumuzun Mandrake’sine benzer usullerle takkeden saltanat çıkarmakmış.
1950’ye kadar muhafazakârlık, 1800’lerden beri süregelen sınıfsal galibiyet mücadelesinin adıyken 1950’den itibaren halkın da içine seçimler yoluyla dâhil edildiği, dinin afyonlaştırıcı ve köreltici etkisinin yüksek dozda kullanıldığı bir çatışma alanı olmuştur.
Marksist Retoriğin en önemli argümanlarından birisi olan “Din Afyondur” ifadesi Marks tarafından her ne kadar burjuvazi karşısında işçi sınıfının uyutulmasını açıklamak için kullanılmış olsa da bu teorinin gerçek uygulama alanı, ülkemizdeki geniş kitleler ile hakim sınıflar arasındaki ilişkilerde görülmüştür. Özellikle Mehmet Şevket Eygi üstadın ifadesiyle “Din Baronları”, halkın kendi üzerinde oynanan oyunları ve hileleri gizlemek için din faktörünü hep bir perde olarak kullanmışlardır. Bu noktada ülkemizde din, müthiş bir afyon etkisi göstererek kitlelerin uyanmasını her zaman engellemiştir. Çoğu zaman da bu etki halkın kitlesel öfkesinin başkalarına yönlendirilmesinde kullanılmıştır. “Vurun imansıza…” gibi kitlesel öfkeyi anında doruğa çıkaracak provakatif yönlendirmelerin de etkisiyle artık günümüzde yoksulluğun ve ezilmişliğin de verdiği sinir ve öfke toplumda çok güçlü bir “linç kültürü” yaratmıştır. Gırtlağına kadar sıkıntıya batmış bir şekilde sorgulama melekelerini kaybetmiş olan toplumumuzun böylesi bir linç kültürüne yenik düşmüş olması ancak ve ancak bu toplumun birileri tarafından “fitlenmesi (doldurulması)” ile izah edilebilir. Bunun bir sonucu olarak ülkemizde II. Mahmut misali “gâvur” damgası yememiş insan kalmamıştır neredeyse. Aksini düşünen varsa muhafazakâr, dindar ya da sıradan sokaktaki vatandaş olarak tanımlayabileceğimiz kişilerden on kişiye, onlardan olmayan on kişi için “Bu kişi nasıl biridir” diye sorabilir.
Muhafazakârlığın 1980 sonrası macerası ise bambaşka amaçlarla donatılmıştır. O güne kadar olan mücadele genel olarak iç dinamiklerle gelişip süre giden bir sınıf /çekişmesi çatışması iken 1980 sonrası muhafazakârlık mücadelesi ise tamamen dışsal şoklarla yön bulan bir maceradır. Ancak bu dönemin mücadelesi bir yandan da içsel sınıf çatışmalarının hız kazandığı ve onu güçlü bir şekilde beslediği bir mücadele özelliğine sahiptir. Çünkü 1980 sonrası dönemin çekişmesi 1950’lerden itibaren tekrar palazlanmaya başlayan sınıfsal sermayenin, 1990’lardan itibaren müthiş bir yükselişe geçerek merkezin sermaye gücünün yerine geçmeye çalışması şeklinde olmuştur. Bu da 28 Şubat Sürecinin bahanesi olmuştur.
28 Şubat; görünürde yükselen yeni sınıfların sermaye gücünü kesmeye yönelik bir Amerikan müdahalesi gibi görünse de aslında bu, ezik sınıfın (muhafazakarlar), sonraki süreçlerde kitlesel yükselişinin de alt yapısını yaratmıştır. Öncekilerden daha paradoksal bir niteliği olduğu için 28 Şubat’ı ve klasik muhafazakâr kesimlerin yükselişini başka bir zamana bırakalım. Ancak akıldan çıkmaması gereken şudur:
28 Şubat, muhafazakârlığa vurulmuş bir darbe gibi sunulmuş olsa da gerçek dindarlar toplumdan dışlanırken dini, amaçlarına afyon olarak kullanan politik ve ruhban kesimler inanılmaz bir hızla hem toplum hem de devlet içinde yükselmişler, elli yıldır elde edemedikleri gerçek iktidara sadece beş yıl içinde kavuşmuşlardır.
Sonuç olarak karşımıza birkaç tane soru çıkmaktadır. Artık günümüz Türkiye’sinde bu soruların mutlak surette cevaplanması gerekmektedir.
Muhafazakârlar ne türden bir muhafazakârdır? Neyin muhafazasının derdindedirler?
Şeriatın kestiği parmak acımaz mı? Parmağı kesen şeriat nedir? Parmağı kesilen kimlerdir? Hep aynı sınıflardan mı? Yoksa şeriat, parmak keserken adil midir? Şeriat nedir? Menfaat sahiplerinin görünmeyen yüzü müdür yoksa gerçek anlamda devletin kendisi (hukuk) midir?
Bu tartışmayı biraz da bu sorular etrafında düşünebilmek ve yürütebilmek imkânını bulduğumuz vakit ülkemizdeki muhafazakârlık tartışmalarının gerçek safrası ortaya dökülmüş olacaktır.
26 Şubatı başlı başına bir konu olarak başka bir yazıda ele alabilmek dileğiyle…
Sağlıcakla…