Türkiye’nin Su Politikaları ve Önündeki Engeller

Su gibi aziz olasın…   /   Su içene yılan bile dokunmaz…

Su Yangını

Ortadoğu, insanlığın kadim coğrafyası, petrolün keşfinden bugüne yüzyılı aşan bir süredir oluk oluk kanların toprağı suladığı susuz topraklar…

Petrol, hala günümüzün jeopolitiğini belirleyen temel faktör olma özelliğini sürdürürken 1980’lerden itibaren “global statüko” açısından stratejik açıdan petrolün yerine hazırlanan jeopolitik unsur olarak “su kaynakları sorunu” ön plana çıkmaya başlamıştır.

Gerek kaynakları kontrol etme gerekse ülke ve bölgelere müdahale stratejisi üretme açısından yeterince hünerli olan statükonun yine aynı bölgede hem de bölge için çok da yeterli olmayan bir faktörü seçmesi oldukça manidardır. Bu bakımdan konunun hem global statüko açısından ne anlama geldiğinin hem de bölge ülkeleri açısından ifade ettiği mananın etraflıca ele alınması gerekmektedir.

Konuya vakıf olmak isteyen herkesin hemen her yerden ulaşabileceği birkaç beylik cümle ve bilgi ile konuya girmek gerekirse;

Üçte ikisi su ile kaplı olan dünyamızda içilebilir/kullanılabilir su kaynaklarının toplamı ancak % 2 civarındadır. Bu kaynakların da çok büyük bir kısmı buzullardadır. Bölgelere göre tüketilebilir kişi başı su miktarı yıllık olarak;

Asya’da 3.000 m³, Batı Avrupa’da 5.000 m³, Afrika’da 7.000 m³, Kuzey Amerika’da 18.000 m³ ve Güney Amerika’da 18.000 m³ civarındadır. Dünya genelindeki kişi başı düşen su ortalaması ise 7.600 m³ civarındadır. Dünya genelinde ve bölgeler genelinde kişi başı su miktarları bunlar iken sürekli su zengini olduğu vurgulanan Türkiye’nin yıllık kişi başı su miktarı 1.600 m³ civarında, Türkiye ile sürekli su sorunu yaşayan Ortadoğu bölgesinin su miktarı ise 900 m³ civarındadır.

Kişi başına günlük kentsel su tüketiminin dünya ortalaması 150 litre iken sanayileşmiş ülkelerde bu rakam 265 litre civarında, su kaynakları yeterli olmayan Arap ülkeleri ortalaması 158 litre ve sürekli su zengini olduğu ileri sürülen Türkiye’de ise 111 litredir. Sanayileşmiş ülkelerde suya erişebilen insanların nüfusa oranı % 99 iken Ortadoğu ve Arap ülkelerinde bu oran % 75, Türkiye’de de % 85 civarındadır.

Ortadoğu ülkelerinin büyük kısmı su kıtlığı ve su krizi yaşarken birçoğunun kendisine ait bir su kaynağının da olmadığı dikkat çekmektedir. Ancak Türkiye kaynaklarının henüz % 35 kadarını tüketirken Ortadoğu bölgesi kapasitesinin nerdeyse tamamını kullanmaktadır. Sorunu yaratan temel faktörlerden birisi de bölgedeki birçok ülkenin hızlı nüfus artışının yanında kapasitelerinin sınırlarını da zorluyor olmalarıdır.

Dünya üzerinde 261 sınır aşan[1] su var. Sorun da bu suların kimler tarafından nasıl yönetileceği konusundan doğmaktadır. Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi su politikalarının merkezine oturtacak olan konu da bu sulardan sadece ikisi olan Fırat ve Dicle Nehirleridir.

Not: Bu tip genel bilgilere her yerde ulaşılabileceği için bunlara yönelik herhangi bir kaynak belirtme gereği duymuyoruz. İstatistiki bilgileri bir kenara bırakıp konunun özüne dönecek olursak;

1980: Kısa Bir Yüzyılın Sonu

1980, bir çok kişi farklı düşünecek olsa da kanımca 20. yüzyılın sona erdiği tarihtir. Kimi zaman 20. yüzyılın bitişi olarak 11 Eylül 2001’i tarihlemek yazın dili açısından daha estetik düşse de aslında 1914 yılında başlayan 20. yüzyıl, çok erken bir zamanda 1980 yılında sona ermiştir.

Hatta bu yüzyıl için Arrighi “uzun yüzyıl” ifadesini kullanırken para ve gücün yüzlerce yıllık kökenlerine atıf yaparak bu kısa zaman diliminde küresel kapitalizmin sistemik birikimine vurgu yapmaktadır. Buna karşın 20. yüzyıla “kısa yüzyıl” diyen Hobsbawm ise olayların insanlık tarihi açısından dönüm noktası olan 1914’e ve 1973’ı işaret ederken bu kısa yüzyılda dökülen kana dikkat çekmektedir. Ancak bir şekilde her ikisi de bizler için birer “alacakaranlık kuşağı olarak kalmaya mahkum tarihsel zone’lar” bırakmaktadır. Yine bizden birisi, bir otel odasında cesedi bulunan R. Karadağ, 1890’larda başlayan petrol fırtınasının, kimleri hangi yangınlarda yok ettiğini anlatırken Ortadoğulu yazar Malouf da Karadağ’a benzer şekilde olayların başlangıcını 1890’lar olarak aldığı ve Hayyam’ın kayıp hazinesinin etrafında şiirselleştirdiği Semerkand’da petrol etrafında koparılan fırtınayı anlatmaktadır[2]. Son iki yazar da yüzyılı farkında olmadan 1890’larda başlatmaktadır.

20. yüzyılın sonları, yani 1980–2000 arası baş döndürücü hızda gelişmelerin çakıştığı zaman aralığı, gerçeği algılamamızı engelleyen kalın bir perdenin altında artık unutulmaya yüz tutmuştur. Oysa günümüz siyasi ve askeri stratejilerinin, toplumsal eğilimlerinin, bireysel yaşam kalıplarının hepsinin arkasında bu kısa zaman aralığında insanlığın bilinçaltına işlenen algılar vardır. Potmodernlikle ilişkilendirilen yakın tarihin köklerini biraz da bu kısa zaman diliminde aramak gerekir diye düşünüyorum. Bu arada ilginç olan ise her iki tarihleme biçiminin de bize gösterdiği başlangıç ve bitişin aynı şeye, tüm büyük olayları tetikleyen petrole dayanıyor olmasıdır.

Küresel Statüko’nun Yeni Arayışları: Su Kaynakları

Güç olmak ister istemez güç sahiplerine uzun dönemli stratejiler geliştirme sorumluluğu da yüklemektedir. Bir yüzyıl bitip yeni bir yüzyıl başlarken güç sahipleri de görevlerinin gereği olarak yeni bir stratejinin ilk tohumlarını daha 1980’lerde yani 20. yüzyılın bittiği tarihlerde atmaya başlamışlardır. 20. yüzyıl “Bir damlası bir damla kandan değerli (W. Churchill)” olan petrol üzerinden biçimlendirilirken yeni başlayan yüzyıl da onun yerini alacak olan yeni bir stratejik meta üzerinden yani “su” üzerinden biçimlendirilmeye başlamıştır.

Literatüre göz attığımız zaman su konusundaki çalışmaların 1980’li yılların başlarında ortaya çıkmaya başladığını görürüz. İlginç bir şekilde, BM bünyesindeki Dünya Gıda Örgütü (FAO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi kuruluşlar da bu yıllarda düzenledikleri rutin gıda ve sağlık konferanslarında “su kaynakları” konusunu gündeme taşımaya başlamışlardır. Yine bu yıllarda BM’nin çalışmalarına paralel olarak ABD’de su konusunda faaliyet göstermek üzere gerek devlet destekli gerek global statükoyu biçimlendiren küresel sermaye tarafından desteklenen ve oluşturulan STK’lar ve think thank kuruluşlarının kurulmaya başlandığı görülür. Bu tip kuruluşların ilk oluşum yeri ABD’dir ve kuruluş tarihi de 1984’tür. Yani bizdeki PKK terörünün fiilen başladığı yıl olan 1984. Kel alaka dediğiniz duyar gibi olsam da ilginç bir çakışma var.

Ancak bu kuruluşlar ulvi maksatlar ve cilalı formatlarla lanse edilmişlerdir. Bu yıllarda öne çıkan temel argüman; “küresel ısınma ve iklim değişikliklerine bağlı olarak çevre sorunlarının arttığı ve su kaynaklarının kirlenerek azaldığı” şeklindedir.

Bu yapılanmanın ve çalışmaların başlamasıyla su kaynakları konusunda ele alınan ilk bölge ne hikmetse Ortadoğu Bölgesi olmuştur. Dünyadaki sera gazlarının büyük kısmını ürettiği halde sera gazı salınımı sözleşmesini (KYOTO PROTOKOLÜ) imzalamaktan imtina eden Amerika; kirlettiği dünyayı felaha erdirmek için işe Ortadoğu’dan başlamayı tercih etmiş ve çalışmaların odağına Fırat ve Dicle Nehirleri’ni koymuştur.

1980’lere kadar gelişmiş batının su konusundaki temel önermesi “hidrolik misyon” olarak adlandırılan, büyük barajlar etrafında bir kalkınma ve gelişme yaratma şeklindedir. Bu anlayışa göre bölgesel ve milli kalkınma için baraj ve büyük sulama projeleri önemli bir araç olarak kabul edilmiştir. Bu düşüncenin önemli batı ülkelerinin yanında Hindistan, Bangladeş, Mısır ve Türkiye’de de önemli örnekleri vardır. Bizim hidropolitiğimiz açısından önemli sorunlar çıkaran Mısır’da bu anlayışın örneği olarak Nasır’ın Assuan Barajı’nı bizde ise Keban Barajı’nı örnek olarak verebiliriz. Hatta bu politik anlayış bizde o kadar derinleşmiştir ki başta “Barajlar Kralı Süleyman Demirel” olmak üzere Türkiye DSİ kökenli teknokratlar cumhuriyeti olmuştur.

Siyasal Liberalizm Ve Su Kaynaklarının Ticarileşmesi

1980’ler ise su konusundaki anlayışın çok önemli kırılmalar yaşadığı yıllardır. Bu yıllarda su politikalarında su kaynaklarının havza genelinde ele alındığı, suyun yönetiminin havza bütünü açısından ele alınmaya başlandığı yıllardır. Yine bu yıllarda suyun kamusal bir mal olduğu düşüncesinin yerine suyun ticari bir emtia olduğu tartışılmaya başlanmıştır.

1980’lerden itibaren gelişen devlet yönetiminde “adem-i merkeziyetçilik (decentralisation)” ve kamu yönetiminde “deregülasyon[3] düşüncesi su politikaları açısından da tartışılır olmuştur. Özellikle Dünya Bankası ve OECD tarafından geliştirilen kamu yönetimi düşünceleri bahsettiğimiz bu alacakaranlık döneminde ulus devlet ideolojilerinin global statüko karşısındaki direnişini kırmak için postmodern birer sembol olarak kullanılmışlardır.

Bu iki kavramın devamında 1990’larda ortaya atılan “yönetişim” kavramı ise kamu idaresinde yaratılmak istenen değişim açısından oldukça önemlidir. Kamu yönetiminin özel işletmeler gibi yönetimini amaçlayan yönetişim, devlet-özel kesim-STK üçgeninde halkın katılımının da sağlandığı bir sistem olarak devletin küçüldüğü, STK ve halk katılımı sayesinde sermaye kesiminin devleti ele geçirdiği bir sistem olarak karşımıza çıkar.

Kapitalizmin felsefesi liberalizmin devlet yapılarını aşındırmaya başladığı bu dönemde kapitalizmin kazanç/kar/sömürü alanları da değişmeye başlar. Bu dönemde öncelikle siyaseten sonra da ekonomik olarak öne çıkan artık değer alanı su kaynaklarıdır. Özellikle 1990’lar su kaynaklarının yönetimi konusunda küresel sermayenin gemi azıya aldığı bir dönem olarak belirginleşmektedir.

Gerek küresel sermayeye eşgüdümlü ABD yönetiminin saldırgan eğilimlerin artması gerekse hukuksal düzlemde önemli yenilikler getiren Avrupa Birliği’nin genişlemesi ile Avrupa’da ortaya çıkan uluslar üstü yapı, küresel sermayeye retoriğini geliştirmede çok önemli imkanlar sunmuştur. Bu dönemde yaşanan küresel sermaye kaynaklı finansal krizler de (1994, 1997, 1999, 2000, 2001 Krizleri), küresel sermaye’nin İMF öncülüğünde kendi yarattığı krizlerin çözümü için mağdur edilen toplumların doğal kaynaklarının peşkeş çekilmesinin önünü açmıştır. İlginç bir şekilde krizi yaratan küresel sermaye sorgulanmazken kapitalizmin ve sömürünün tıkandığı ülkelere, milli kaynaklarını özelleştirme ile sermayeye açması reçete olarak sunulmuştur.

Su konusunda küresel sermayenin yaklaşımı artık yeterince billurlaşmış durumdadır. Sermaye sınıfına göre su kaynakları kıttır ve böylesi kıt ve değerli kaynağı insanların hovardaca kullanmasının tek yolu bunun cüzi de olsa bir bedelinin olması şeklindedir. Eğer ki suyun bir bedeli olursa insanlar suyu israf etmezler ve suyun sürdürülebilirliği mümkün kılınabilir. İnsanlık suyu bu şekilde dengesizce tüketir ve paylaşmazsa hem petrol savaşlarına benzer çatışmalar yaşanır hem de gelecek kuşaklara sağlıklı tüketilebilir bir su kaynağı kalmayabilir. Bu yüzden su mutlaka ticari bir meta olarak değerlendirilmeli ve bedelini ödeyen kullanabilmelidir.

Görülüyor ki su konusunda küresel sermayenin görüşü çok nettir. Her ne kadar suyun korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması gibi masum dayanaklarla bu görüşler ileri sürülse de ortada kesin olan bir şey vardır. O da suyun ticarileşmesi, parasını ödeyenin suyu kullanabilecek olmasıdır.

Son yıllarda geri kalmış birçok geri Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de su dağıtım şebekelerinin özelleştirilmesi, su kaynaklarının kamusal mülkiyetinin el değiştirmesi, su kredileri adı altında krediler verilmesi gibi uygulamaların hepsi bu anlayışın bize yansımaları olup özenle takip edilmesi gerekmektedir.

Su Savaşları Senaryosu ve Bir Karşı Teori

Ne zaman su konusu dünya gündemine gelmiştir, o gün bu gün bir çatışma senaryosu almış başını gidiyor. Aslında bir değil onlarca senaryo var. Ancak hepsinin ortak noktası bir “su savaşı”nın çıkacağı ve bu savaşın Fırat ve Dicle Nehirleri’nin yüzünden çıkacağı şeklindedir.

Gerçekçiliği tartışmalı olan bu senaryoların çeşitli amaçları vardır. En öncelikli amaç suyu küresel bir gündem maddesi haline getirerek suyu paylaşılmak istenen ülkeleri masaya oturmaya zorlamaktır. Kaynakları yüzünden savaş çıkacağı ileri sürülen Türkiye gibi ülkeler bu iddiaların yaratacağı korku ve endişe ile bir şekilde masaya çekilmeye çalışılmaktadır. Ayrıca gittikçe vahimleştirilen senaryolarla aba altından gösterilen sopanın boyu büyümekte, artan gözdağının dozunun yaratabileceği çekingenlikle kaynak sahibi ülkelerin daha masaya oturmadan eli zayıflatılmak istenmektedir.

Bu senaryonun başgediklisi hiç şüphesiz Türkiye’dir. Türkiye’yi merkez alan senaryoların merkezi ise ilginçtir ki Mısır’dır. İkinci merkez ise Arap ülkelerinin vatandaşı olarak bilinen Kürt yazarlardır. Bunların da başını yine bir Mısırlı olan Boutros Ghali’den oldukça etkilendiği de bilinen Adel Derwish (Adil Derviş) çekmektedir. Daha önce Türkiye’ye karşı mücadele eden teröristler için destansı hikayeler dizen Derwish bununla da yetinmeyip “Su Savaşları” isimli bir kitap neşrederek su savaşları senaryolarının en bilineni ünvanını elde etmiştir.

Derwish’in spekülasyonlarını bir kenara bırakarak Mısır Dışişleri Bakanlığının yanında Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği de yapan Boutros Ghali’nin ipuçlarını verdiği Mısır’ın yaklaşımlarına değinmek gerekir. Mısır, tarihte hep Nil’in eseri bir medeniyet olarak yer almıştır. Denebilir ki Nil demek Mısır demek, Mısır demek Nil demektir. Bu bakımdan Mısır kendini Nil’in tek sahibi olarak görmektedir. Ancak Nil Nehri dokuz ülkeden geçerek Mısır’a ulaşır. Değişen sanayi ve sosyo-ekonomik koşullar sonucu diğer ülkeler de artık Nil Nehri’ni etkin bir şekilde kullanmaya başlamıştır. Bu kullanımın sonucu olarak Mısır; Etiyopya, Sudan gibi Nil Nehri’nin geçtiği bu ülkelerle savaşın eşiğine dahi gelmiştir.

Nil Nehri’ne tek başına sahip çıkan Mısır’ın bu yaklaşımını önemsiz/anlamsız hale getirecek bir ülkenin varlığı Mısır yönetimini önemli ölçüde rahatsız etmektedir. O ülke ise Nil gibi doğduğu ve suya döküldüğü ülkeler farklı olan Fırat ve Dicle Nehirlerinin memba ülkesi (kaynak ülke, yukarı kıyıdaş ülke) olan Türkiye’dir.

Bölgede güçlü ve önemli bir varlığı olan Türkiye’nin sınır aşan sular konusunda kaynak ülke lehine kabul edilebilecek bir statüko yaratması Mısır’ın Nil Politikası açısından adeta bir felaket olacaktır. İşte bu yüzden Mısır, politikalarını uluslar arası arenada ve de resmi konumuyla BM’de dillendiren Boutros Ghali, ısrarla Türkiye’nin suyu komşularına karşı stratejik bir silah olarak kullandığını ileri sürmüş, Ortadoğu Bölgesi’nde gelecekte çıkacak savaşın Türkiye’nin neden olacağı bir su savaşı olduğunu sürekli dillendirmiştir.

Ghali’nin bu propagandasının temel amacı kaynak ülke konumundaki Türkiye’nin elini zayıflatarak suyun aşağı kıyıdaş (mansap ülke) olarak tabir edilen sonraki ülkeler olan Suriye ve Irak lehine güçlü bir statüko yaratarak buradan Mısır için bir emsaliyet oluşturabilmektir. Eğer ki Fırat ve Dicle konusunda Türkiye ileri sürdüğü tezlerden uzaklaştırılabilirse Mısır ileri sürdüğü tezler konusunda yaşadığı yalnızlıktan kurtulacak, kendi kaynak ülkelerine karşı güçlü bir koz elde edecektir. Bu bakımdan Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki her hak kaybı Mısır için bir kazanç anlamına gelmektedir. Tersi de doğrudur. Çünkü memba ülke olarak Türkiye’nin yaratacağı her statüko, Nil’in memba ülkeleri için birer emsal teşkil edecek Mısır için bir kayıp yaratacaktır.

İşte sırf bu yüzden temel amacı Türkiye’nin gözünü korkutmak olan Su Savaşları senaryosu, en çok da Mısırlı yetkililer ve uluslar arası kimliği olan Arap bilim adamlarınca dillendirilmektedir.

Şu veya bu şekilde bölgede suya dayalı bir çatışmanın çıka(rıla)cağı kesin. Bu yüzden “aman savaş çıkmasın”  endişesiyle çekingen politikalar uygulamanın bir faydası yok. Kuzuyu yemeye niyetli kurt misali birileri buradaki suyu tıpkı petrolde olduğu gibi ajandanın üst sıralarına taşımışsa artık bundan kaçış yok. O halde ne yapılması gerekir?

Türkiye’nin Hidropolitiği ve Önündeki Engeller

Türkiye’nin Hidrolik Potansiyeli,

Barajlar Kralı Demirel’in sık sık tekrar ettiği gibi Türkiye su konusunda “Ölüyle korkutulup sıtmaya razı edilmek” istenmektedir. Aslında bu yöntem global sistemin bütün taleplerinde kullandığı bir yöntemdir. Eğer ki muhatabın laf dinleyecek hali yoksa onlarca değişik senaryo dünya kamuoyunun ve işbirlikçiler sayesinde ülke kamuoyunun önüne çıkartılır ülke yönetimlerine bir nevi “Ya gel otur şu masaya ya da defol git” mesajı verilir. Bunun çeşitli konularda komşu ülkelerimizde (Irak, İran gibi) olduğu gibi bizim ülkemizde de onlarca örneği vardır.

1953 yılında DSİ’nin kuruluşu ile Amerikancı hidrolik misyon çerçevesinde su politikaları geliştirmeye başlayan Türkiye, günümüz itibarıyla mevcut teknik potansiyelinin henüz düşük bir kısmını ekonomik potansiyel sınıfına dahil edebilmiştir. Özellikle hidroelektrik üretiminde istenen seviyeye ulaşılamamıştır. Mevcut su kaynaklarının ancak % 35’ini ıslah edebilmiş olan ülkemizin hidrolik kaynaklardan enerji üretme yeteneği de % 35 seviyesindedir. Yani ülkemiz su kaynaklarındaki mevcut ekonomik potansiyelini ıslah ederek enerji üretiminde tam kapasiteye ulaşabildiği zaman şu anki hidrolik enerji üretiminin tam on katına ulaşma imkânı ekonomik olarak mümkündür[4].

Teknik malumatı bir kenara bırakarak Türkiye’nin su politikasının durumuna gelirsek;

Türkiye’nin su politikaları konusunda en önemli kuruluşlardan birisi olan DPT’nin özellikle hidroelektrik santralleri konusundaki ifadeleri ve yaklaşımı önemlidir. Çünkü DPT gerek 2000 yılındaki 8. Kalkınma Planı’nın girişinde gerekse daha sonraki raporlarının pek çoğunda, kuraklığa bağlı olarak hidroelektrik santrallerimizin % 70 ve daha altında kapasite ile çalıştığından hareketle, “Türkiye’nin enerji stratejisini doğalgaza dayalı bir şekilde yeniden yapılandırması gerektiğini” ileri sürmektedir. Oysaki bugün dünyanın en büyük ikinci doğalgaz ihracatçısı olan Norveç enerji üretiminin % 99’unu hidroelektrik kaynaklarla sağlarken birçok gelişmiş Avrupa ülkesinde bu oran % 50’nin üzerindedir. DPT’nin bu yaklaşımı, Türkiye’nin su kaynakları (özellikle Fırat ve Dicle) üzerinde yeni yatırımlar yapmasının savaşlara neden olacağını öne süren küresel statüko ile birebir örtüşür bir nitelik taşımaktadır ve sorgulanmaya muhtaçtır.

Türkiye su konusunda Kalkınma Planları’na endeksli olarak ilk önemli hamlesini Keban Barajı ile yapmıştır. Daha sonra bu başlangıcın çok daha kapsamlı bir devamı olarak GAP’ın inşasına başlamıştır. GAP, benzerleri içerisinde dünyanın ikinci en büyük entegre (bütünleşmiş) projesi olarak dikkat çekmektedir. GAP bir sulama ya da hidroelektrik projesi olmanın çok ötesinde bir “sosyo-ekonomik ve kültürel kalkınma projesi” olarak dünyadaki tüm benzerlerinden ayrılmaktadır.

Maddi kısıtlar nedeniyle tamamen bitirilmesinin daha on yıllar alacağı ileri sürülen GAP, işletmeye açılan kısımları ile hem bölgesel sorunların çözümünde hem de ülkemizin kalkınmışlık sorununu aşmasında çok önemli bir yere sahiptir. Proje içerisinde Atatürk Barajı’nın yanında daha pek çok büyük HES projesinin olduğu hesaba katılırsa Türkiye’nin sadece GAP’ta üreteceği elektrik enerjisi ile tüm Ortadoğu Bölgesi’nin elektrik enerjisi ihtiyacını karşılayabileceği rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca bölgedeki büyük kısmı sulanabilir tarım arazilerinin sulu tarıma açılması tüm Ortadoğu Bölgesi’nin gıda ihtiyacının bu proje ile karşılanabilmesini sağlayabilir.

Bu önemine karşın GAP için ayrılan kamu yatırımlarının payı DPT’nin görüşleriyle örtüşür biçimde sürekli düşmektedir. 1990–1994 arası % 7,8, 1995–1999 arası % 6,86 olarak ayrılan kamu yatırımları payı 2000–2004 arasında % 6,1 düzeyinde gerçekleşirken 1990’larda ortalama % 8,5 olan pay son yıllarda ortalama olarak % 6,5’lara düşmüş durumdadır. Türkiye’nin bir nevi hayatını ortaya koyduğu bu proje için ayrılan kamu kaynaklarının derhal artırılarak hem ekonomik sorunlara çareler üretecek verimliliğe getirilmesi hem de bölge ülkelerinin GAP’a olan bakışlarının esnetilmesi gerekmektedir.

Hem milli kalkınma hem de bölgesel kalkınma açısından böylesine önemli bir projeyi hayata geçirmeye çalışan Türkiye’nin karşısında gerek bölgesel gerekse küresel ölçekte pek çok sorun vardır. Bunların en başta geleni de GAP’ın üzerine inşa edildiği Fırat ve Dicle Nehirleri’nin “sınır aşan sular” mahiyetinde olmasından kaynaklanan sorunlardır.

Sınır Aşan Sular Sorunu;

Daha önce de belirttiğimiz gibi dünyada 260’ın üzerinde sınır aşan su vardır. Meriç Nehri, Aras Nehri, Asi Nehri, Fırat ve Dicle Nehirleri bu nehirlerin Türkiye’yi ilgilendirenleridir. Meriç ve Aras Nehri’nin statüsü daha 1920’lerdeki anlaşmalarla tanımlandığı için bugün bu nehirlerle ilgili bir problem yoktur. Ancak Asi Nehri ile Fırat ve Dicle Nehirleri’nin statüsü gerek “Hatay Sorunu” gerekse “Musul Sorunu” dolayısıyla hala sorunlar yaratmaktadır.

Suriye, Hatay’ın 2. Dünya Savaşına girme koşuluyla Türkiye’ye Fransa tarafından verildiğini ancak Türkiye’nin bu savaşa girmemiş olmasından dolayı Hatay’ın geri Suriye’ye iadesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bu yüzden hem Hatay Sorunu hem de Hatay’da denize dökülen Asi Nehri, Suriye için anayasal bir sorun niteliğindedir ve Suriye ile Türkiye, 50 yılı aşkın bir zamandır Asi Nehri problemini yaşamaktadır.

Suriye, sırf bu sorun karşısında Türkiye’nin elini zayıflatmak için on yıllar boyunca PKK’yı Bekaa Vadisi’nde beslemiş fakat 1998 yılında TSK’nin katı tutumu karşısında pes ederek terörist başını ülkesinden çıkarmıştır. Daha sonra Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve o dönemki siyasilerin girişimleri ile Suriye – Türkiye ilişkileri farklı ve dostluk içerikli bir boyuta taşınmış bu sorun şimdilik gündeme getirilmez olmuştur. Günümüzde ise Suriye – Türkiye ilişkileri tarihinin en parlak günlerini yaşıyor olduğu için Asi Nehri konusu şimdilik hiçbir şekilde gündeme gelmemektedir. Fakat unutulmaması gereken bir şey var ki o da; henüz Suriye Anayasa’sına göre Hatay, Suriye’nin toprağıdır. Ancak artık iki ülke arasındaki vize uygulamasının bile kalktığı şu dönemde bu sorunun barış ve kardeşlik ilişkileri kapsamında daha ılımlı bir şekilde çözülmesi imkân dâhilindedir.

Fırat ve Dicle Nehirleri ise Türkiye’nin yanında Suriye ve Irak arasında problem olan bir konudur. Fırat Nehri ana kaynağını Türkiye’den alarak (Suyunun % 88’ini Türkiye’den alır.) Suriye’ye girmekte oradan da Irak topraklarına geçerek denize 110 km kala Dicle Nehri ile birleşmekte oradan sonra ise İran-Irak arasında soruna neden olan Şatt-ül Arap adıyla denize dökülmektedir.

Kendi topraklarından geçen Asi Nehri’nin % 90’ını kullanan Suriye, topraklarından geçen Fırat Nehri söz konusu olunca bu nehre hiçbir katkısı olmamasına karşın % 22 civarında su istemektedir. Suriye yine hiçbir su katkısı olmamasına karşın Dicle’den de % 4 pay istemektedir. Türkiye’nin yeterince su bırakmadığını ileri süren Suriye’nin tutumu “İsteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü kara” deyişini andırmaktadır.

Fırat Nehrine katkısı sıfır düzeyinde olan Irak ise Fırat sularının % 43’ünü isterken sularına % 48 civarında katkıda bulunduğu Dicle Suyu’nun da % 83’ünü kullanmak istemektedir.

Görülüyor ki her iki ülkede bu nehirlere katkılarının çok üzerinde bir oranda su talep etmekte kimi zaman bu iki ülkenin talebinin toplamı nehirlerin toplam kapasitesine yaklaşmaktadır. Bu tutumlarıyla bu ülkeler Türkiye’ye adeta “Sen bu suları hiç kullanma” demektedirler. Asıl ilginç olan ise debisine hiçbir katkıları olmadığı halde bu ülkeler yerine göre Türkiye’nin talebinden fazla su talebinde bulunmaktadırlar.

Bu nehirler konusunda Suriye görüşlerini Fırat Nehrine dayalı olarak daha önce oluşturmuş olduğu tesislerin ihtiyaçlarının engellenemeyeceğine dayandırmaktadır. Irak’ın görüşü ise hukukta “müktesep haklar” diye bilinen geçmişte kazanılmış olduğu ileri sürülen haklara dayandırılmaktadır. Irak’ın görüşünün temelini tarihsel Mezopotamya Uygarlığı oluşturmaktadır. Irak’a göre “Tarih boyunca bu bölgedeki uygarlığın dayandığı temel öge su kaynaklarıdır ve Türkiye tarihten gelen bu kullanım haklarını engelleyemez” şeklindedir.

Türkiye ise bu konuda hakça ve makul kullanım hakkının önlenemeyeceğini, daha önce Mezopotamya’da tarıma dayalı medeniyetlerin var olmuş olmasının gelecekte bu sulardan başkasının yararlanmasını kısıtlayamayacağını ileri sürmektedir.

Uluslar Arası Kuruluşların Rolü

Su konusunda Türkiye’nin başını bu denli ağrıtan komşularının eskiden beri gelen söylemlerinin yanında AB, ABD, Dünya Bankası, IMF (Ne ilgisi var değil mi?), BM gibi ülke ve kuruluşların bu iki nehre ilişkin yaklaşımları da dikkate değerdir.

1990 sonrasında küresel su politikalarının oluşturulmasında daha önce “Think thank kuruluşlarının mutfağında pişirilen görüşler” resmi kuruluşlarca (DPT gibi) devşirilerek sorunlu ülkelerin sofrasına taşınmıştır. Özellikle finansal krizler ve geri kalmışlığa bağlı sorunlar dolayısıyla bu kuruluşların kapısını çalan Türkiye gibi ülkelere (Ghana da önemli bir örnektir) sağlanan kredi ve finans destekleri sırasında su ve çevre ile ilgili şartlar ileri sürülmüştür.

Su konusunda uluslar arası kuruluşların yaklaşımları aşağıdaki şekilde sıralanabilir;

  • BM ülkelere kabul ettirmeye çalıştığı su yolları ile ilgili taslak metinde su havzalarını bir bütün olarak değerlendirirken anlaşmayı imzalayacak büyün ülkelere su sorunu olan her bölgeye içeriği net olmayan müdahale imkanı vermekte, anlaşmayı imzalayan her ülkeyi sorunun direkt tarafı olarak kabul etmektedir. BM’nin hazırladığı bu taslağı birçok ülke imzalamış olmasına karşın Çin, Burundi ve Türkiye kesin bir şekilde reddetmiştir. Ayrıca BM’nin Genel Sekreterliğini de yapmış olan Mısır eski Dışişleri Bakanı Boutros Ghali’nin BM söylemi olarak dile getirdiği yaklaşımların da BM çevrelerinde hala tekrarlanıyor olması Türkiye açısından oldukça sıkıntılı durumlar yaratmaktadır.
  • İMF ve DB, kredi talebinde bulunan ülkelere verilecek krediler karşılığında o ülkenin girişeceği her su projesi için aşağı kıyıdaş ülkenin onayını alma şartı koşmuştur. Bu düşünceden hareketle Keban Barajı’na kredi vermeyen Dünya Bankası yine GAP için tek kuruş kredi vermemiştir. Ivır zıvır onlarca konuya/projeye kaynak sağlayan Dünya Bankası’nın dünyanın en büyük beş projesinden birisine kredi vermemiş olması meselenin önemi açısından konuyla ilgilenen herkesin aklının bir köşesinde tutması gereken bir konudur. İMF’nin de yaklaşımı benzer şekildedir.
  • Dünya Su Konseyi” gibi su üzerine oluşturulmuş bütün su organizasyonları kendisini finanse eden küresel sermayenin söylemleri doğrultusunda sınır aşan nehirleri “tek bir havza olarak kabul ederek” bu havzaların yönetiminin ülkelerden alınarak oluşturulacak uluslar üstü kuruluşlara verilmesi gerektiğini ileri sürmektedirler.
  • Yukarıda adı geçen tüm kuruluşların merkezi ve akıl hocası konumundaki ABD ise tüm 20. yüzyıl boyunca petrol için götürdüğü barış ve demokrasiyi su konusunda da götürmek istemektedir. Bu konuda fazla teferruata gerek yok düşüncesindeyim. Ancak bölgemizde başlayan terör sorunu ile ABD’deki su çalışmalarının aynı tarihlere rastladığının hep akılda tutulması gerekir. Ayrıca 36. Paralel’in kuzeyinde ayrı bir yönetim yaratan ABD’nin su konusunda Türkiye aleyhtarı tüm görüşlerin dile getirildiği platformlara kucak açtığının da bilinmesi gerekir.
  • Küresel sermayenin su konusundaki temel yaklaşımı ise “Su kaynaklarının ticarileşerek bedelini ödeyenin bu kaynakları kullanması” şeklindedir. Ayrıca kamu otoritelerinin yönetişim anlayışı doğrultusunda “Su hizmetlerinin yürütülmesinden elini çekmesinin gerektiği” ileri sürülmektedir. Son yıllarda kamu idarelerinin düşen hizmet kalitesine bağlı olarak “ambalajlanmış su”ya dayalı sektörün hızlı bir çıkış yapması da bu anlayışın artık devlet idareleri tarafından kabul gördüğünü göstermektedir. Bu konuda Nestle ve Coca Cola gibi firmaların çabaları da dikkate değerdir. Halk tarafından cazip bulunan kelimeleri (mesela Turquaz) kendilerine marka ismi yapan bu firmaların diğer markalaşmış ürünlerini satan market ve satış noktalarına aldıkları ürünler yanında ambalajlanmış su ürünlerini dayatmaları dikkate değerdir. Toplumsal bilincin bütün bu girişimleri sorgulaması gerekirken ülkemizde iyice kök salmış durumda olan liberal anlayış doğrultusunda teknik olarak bir şey yapmak mümkün olmamaktadır.

AB’nin Su Politikalarımıza Etkileri

AB; gerek yarattığı siyasal yapılanmanın bize uzanan şekliyle gerekse oluşturduğu ortak müktesebatın bağlayıcılığı ile Türkiye’yi su sorunları konusunda en çok etkileyecek olan ülkedir. Çünkü birliğin su müktesebatı tamamen “Ortak Havza Yönetimi (Havza Bütünlüğü Yaklaşımı)” düşüncesine dayanmaktadır ve bu konuda birlik oldukça ısrarlıdır. Birliğe üyelik için müzakerelerin başlamış olması çok uzak olmayan bir zamanda AB ile Fırat ve Dicle Nehirleri’nin statüsünü müzakere edeceğimizi de göstermektedir. Mevcut başlıklardan sonra Türkiye’nin Avrupa Su Çerçeve Yönergesi kapsamında su konusunu müzakere edeceği ve bu konuda ister istemez direktifin gereklerini kabule zorlanacağı muhakkaktır.

Avrupa’nın bu konudaki temel yaklaşımı Birlik içindeki su kaynaklarının tüm Avrupa’nın ortak malı olduğu şeklindedir. Birlik içindeki herhangi bir su sorununun çözümü de birliğin meselesidir. Gerek Türkiye ile ilgili “İlerleme Raporları” gerekse İlerleme Raporları’nın bir eki olan “Etki Raporları” bölümlerinde, Fırat ve Dicle Nehirlerinin önemine ve “Ortadoğu Barışı” için arz ettiği öneme vurgu yapmaktadır. AB, raporlarındaki ifadelere bakılırsa Türkiye’nin üyeliği durumunda sınırlarını Basra Körfezi’ne kadar uzatacaktır[5]. Çünkü tüm nehir havzasını bir bütün olarak gören Avrupa, nehir boyunca çıkacak tüm sorunların birinci derecede müdahilidir ve gerek siyasi gerekse ekonomik olarak havzanın tamamında söz sahibi olacaktır. Türkiye’yi AB’ye ancak 50 yıl sonra alabileceğini telaffuz edebilen bir Avrupa’nın Fırat ve Dicle Havzası konusundaki acelesinin arkasındaki sebeplerin araştırılması gerekmektedir.

Ayrıca Türkiye, her iki nehri “Tek bir havza” olarak kabul ederken Birliğin ifadelerinde “İki ayrı su havzası”ndan bahsetmesi de çok önemli bir konudur. Normalde her iki nehir de sularının büyük kısmını Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu olarak bilinen “21 No’lu Havza”dan toplamaktadır. Geriye kalan suların da çok büyük kısmı İran’dan kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda aynı su toplama havzasından beslenen bu iki nehir Basra Körfezi’ne 110 km kala birleşerek tek bir nehre dönüşmektedir. Fakat Avrupa, iki nehri iki ayrı havzanın suyu olarak değerlendirip meseleyi parçalara bölerek halletmeyi düşünmektedir.

Avrupa ilgi çekici bir şekilde “Filistin–İsrail Sorunu”nun çözümünü Fırat ve Dicle Nehirleri’nin paylaşımına bağlamaktadır. Bu konuda yorumu okuyucuya bırakıyorum.

Avrupa Birliği uzun zamandır Irak Yönetimi’nin görüşlerini dile getirdiği bir platform ve şikâyet merci olmuştur. Su sorununun özellikle ABD ve AB’nin içinde olduğu uluslar arası platformlara taşımak isteyen BAAS Rejimi’ne kapısını açan AB artık Irak’ın kuzeyindeki Kürt Otonom İdaresi’ni Fırat ve Dicle Nehirleri konusunda resmi muhatap olarak kabul etmekte, bu konuda Türkiye’yi federal yönetim ile masaya oturmaya zorlamaktadır. Bu yaklaşımdan cesaret alarak Kürt Otonom İdaresi bu yıl birkaç defa Fırat ve Dicle konusunda Türkiye’yi AB’ye şikâyet etmiştir. Şaşırtıcı olan ise Barzani idaresindeki peşmergelerin bu girişimlerin Türk Medyasında satır arası da olsa yer almayışıdır. Ancak idarecilerin gerekse kamuoyunun bu konuda oldukça bilinçli olması gerekmektedir.

Sonuçlar ve Yapılması Gerekenler;

Su Savaşları senaryolarının artık her platformda dile getirildiği bir ortamda Türkiye’nin ne yapması gerektiği çok bileşenli ve karmaşık bir konudur. Yapılacaklar birkaç girişimle sınırlı olamayacak kadar çoktur. Bu konuda ülke idaresinin tek bileşenli çözümler yerine bölgeye özgü daha sofistike çözüm arayışlarına girmesi gerekmektedir.

  • Öncelikle Türkiye GAP’ı olabildiğince süratle bitirmek ve ekonomik kalkınmasını hızlandırmak zorundadır. Projenin bitirilmesi hem Güneydoğu Anadolu hem tüm Türkiye hem de Ortadoğu Bölgesi için yeni imkânlar ve zenginlikler yaratacaktır.
  • Türkiye hidrolik enerji üretiminde yeni bir strateji belirlemelidir. Eğer ki DPT yönetimi hidrolik enerji üretimini yağış düzensizliğinden dolayı verimsiz olarak görmeye devam ederse girdilerinin % 100’ü ithal edilen doğalgazdan enerji üretimini savunan bu anlayış köküyle tasfiye edilmelidir. Görüşünde daha da ısrar ederlerse işlevini kaybetmiş olacağından DPT lağvedilmelidir.
  • Su konusundaki kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinden derhal vazgeçilmelidir. Bugün pek çok şehrin şebeke suyunun vatandaşa ulaştırılması özelleştirilmiş durumdadır. Vatandaşın parasıyla yapılan büyük yatırımlar su dağıtımı özelleştirilmeleriyle küresel sermayeye peşkeş çekilmektedir. İvedilikle bu tutumdan geri dönülmelidir.
  • Diğer önemli konu ise Türkiye’nin bu senaryolara kulak asmadan Fırat ve Dicle ile ilgili görüşlerini daha da netleştirmesi, görüşlerini her platformda çekinmeden dile getirmesi gerekmektedir. Eğer ki birileri bize “Suyumu bulandırıyorsun” diyorsa artık onlar savaşı göze almış demektir. Türkiye de bunu hesaba katarak ve “Sıtmaya razı olmadan” çalışmalar yapmalıdır. Bunun sonu ölüm diyecek olanların da şunu iyi bilmesi gerekir ki Fırat ve Dicle yoksa Türkiye zaten yaşamıyor demektir.
  • Su konusunda çarşaf çarşaf makale hazırlayan bilim adamı adaylarının birilerine yaranma kaygısı ortadan kaldırılarak daha bağımsız ve ulusal su programına uygun çalışmaların yapılması sağlanmalıdır. Türkiye’nin eli sınır aşan sular hukuku konusunda akademik çalışmalarla güçlendirilmelidir.
  • AB ile müzakerelerde ve diğer ülkelerle yürütülen ilişkilerde su konusunun gündeme gelmesi şiddetle reddedilmeli, muhatapların ısrarı karşısında emsaliyet yaratacak hususların şimdiden tüm doneleriyle tespiti gereklidir. Bu konuda özellikle Mısır tarafının görüşlerinin bertaraf edilmesi gerekmektedir.
  • Medyanın konuya duyarlılığı artırılmalıdır. Ancak medya konuya “savaş” kelimesinin cazibesiyle yaklaşmanın yerine daha gerçekçi ve Türkiye’nin su sorunları konusundaki uluslar arası konumunu zora sokmayacak şekilde yaklaşmalıdır. Aksi durumlar uluslar arası arenada Türkiye aleyhine delil olarak kullanılacaktır.
  • Ülkemizdeki konuya ilişkin sivil toplum örgütlenmelerine Türkiye’nin sınır aşan sular konusundaki hassasiyeti gerekli şekilde izah edilerek bu kuruluşların “çevre kirlenmesi” başlığı altında Türkiye’yi suçlayıcı yaklaşımları terk ederek ulusal menfaatler doğrultusunda yerel ve küresel ölçekte çalışma yapmaları sağlanmalı gerekirse devlet otoritesince finansal açıdan desteklenmelidir.
  • Eğer ki su konusunda bir sermaye ağırlıklı yapı kaçınılmaz olursa bu konuda güçlü hukuki bir çerçeve oluşturularak “yoksulun yaşamsal ihtiyaçları” kapsamındaki suya erişim konuları garantiler altına alınmalıdır. Ayrıca sermayeleşmede ulusal sermayeye ayrıcalıklar getirilmelidir.

Bunlar ve daha birçok makro ve mikro çözüm araçları şimdiden yeterincenin ötesinde planlanarak hem hükümetlerin ve kamu kurumlarının hem de vatandaşın konuya hassasiyeti artırılmalıdır.

Global statüko su savaşları diyerekten yönünü yüz yıl önce olduğu gibi yine doğuya dönmüşse “kader” mukadderdir. Çünkü batı bir şeyi gündeme getirmişse “Ya vereceksin ya da gel de al” diyebilmelisin. Bunun için yapılabilecek tek şey korkuyla savunmaya geçmek değil “Gelecekleri varsa görecekleri de var” diyebilmektir.

Ve son söz;

Tıpkı Demirel’in mütemadiyen söylediği gibi “Petrol Araplarınsa Su da bizimdir“…

 


[1] Diplomatik çevrelerde sınır aşan su ile uluslar arası su kavramı sürekli çok zaman da kasten karıştırılmaktadır. Türkiye bu konuda sınırı geçip başka ülkeye giren sular için sınır aşan su kavramını tercih etmektedir.

[2] İlgilenenler http://www.bilgiagi.net/iranda-tarih-nasil-yazilir-ii/4679/ adresinden konuya ilişkin başka detaylara da bakabilir.

[3] Sovyetlerde bir avuç yenilikçi elitin başını çeken Gorbaçev’in uygulamaya koyduğu Glastnost ve Perestroika uygulamasının bize yansıyan adı adem-i merkeziyetçilik ve deregülasyondur. Ancak bu düşünceler 1980’lerin genel trendi olsa da ülkemize ithal süreci Özal’a özel sanılan politikalarla başlamış 1990’lardaki finans krizlerinden sonra ise IMF’nin baskılarıyla derinleşmiştir.

[4] Ekonomik Hidroelektrik Potansiyelimiz konusunda çeşitli rakamlar telaffuz edilmektedir. Enerji Bakanlığı 129 TWh/yıl rakamını verirken özel sektörün yatırımlarını da dahil eden pek çok bağımsız kaynak ekonomik potansiyel için 180–200 TWh/yıl rakamları telaffuz edilmektedir. Bir de bu konuda teknik, ekonomik, kullanılabilir potansiyel gibi kavramlar kafa karışıklığı yaratabilmektedir. Bu sebeple okuyucunun bu ayrımlara da dikkat etmesi gerekmektedir.

[5] Bu noktada halihazırda AB’nin iki başat ülkesinden birisi olan Almanya’nın 1890’lardaki 7B Planı’nın (daha kısa ifadesi ise 3B’dir) ne anlama geldiğinin hatırlanması gerekir düşüncesindeyim.

print

Bir cevap yazın