Tüyler Ürpertici Öyle Değil mi?!..

On bir yaşındaki küçük bir kız çocuğu,  Amerika’nın en gelişmiş eyaletlerinden birisi California’nın Los Angeles kentinde sanki ıssız adadaymış gibi rahatlıkla bir sapık tarafından kaçırılıyor ve kendisinden senelerce haber alınamıyor… Ne polis izini buluyor ne de hasretle yüreği yanan ailesi kıza ulaşabiliyor… Kızcağız; sapığın evinin arka bahçesinde oluşturduğu esir kampında, senelerce seks kölesine dönüştürülüyor. Üstelik adamın iş birlikçisi de eşi oluyor. Dini ayinlerle, beyin yıkamalarla kız bambaşka biri olup çıkıyor geçen onca yıl içerisinde….

On bir yaşında hayata saf gözlerle bakan küçük kızın yerinde şimdilerde yeller esiyor… İki genç kızı olan yirmi dokuz yaşındaki genç bayan on sekiz yıl aradan sonra bulunuyor ve ailesine kavuşturulduğunda ilk sözü “Anne, benim çocuklarım var” oluyor…

Tüyler ürperten bir hikaye… Bir içimlik hayatın öylece akıp gitmesi… Arkada gözü yaşlı, umutla yıllar yılı küçük kızlarının dönüşünü bekleyen bir aile…Ve bütün olanlara hipnoz olmuşçasına zamanla duyarsızlaşan bir kız…Yıllar içerisinde kendi sapığına bağlanan, sapığıyla aynı iş yerinde çalışmaya başlayan, ondan çocuk dünyaya getiren, hatta esaret yaşadığı çadırda kendine küçük bir dünya yaratan ve o yerden kaçma fırsatı çok kez olduğu halde buna dahi teşebbüs etmeyen biri…

“Kendisini rehin alan kişiye bağlanmak, sempati duymak” olarak açıklanan “Stockholm Sendromu” bu içler acısı portrenin tanısı… İlk olarak İsveç Stockholm’de 1973 yılında bir banka soygunu sırasında, rehine ve hırsız arasında oluşan bağ ile böyle bir hastalığın olduğu ortaya çıkmıştır. Çaresizliğin, kurtuluş olmadığını bilmenin kişide yarattığı psikolojik travma bir nevi…  Ve kurtulduğunda da sevinememek, neye sevineceğini bilememek…Çare bulunmasına mı, geçen yıllarına mı, tükenmişliğine mi, geri gelmeyen o saf gülüşüne mi?!…

print

Bir cevap yazın