Yasak Elma!

Bir ağustos sabahıydı. Gece geç yatmış olmanın vermiş olduğu uyku mahmurluğuyla kendimi kahvaltı sofrasında bulmuştum. Dostum Arif kahvaltıyı hazırlamış dedesiyle birlikte kahvaltı yapmaya hazırlanıyorduk. Bir yandan muhabbet ediyorduk bir yandan bir şeyler atıştırıyorduk.

Deniz bizi bekliyordu. Ağustos sıcağında da deniz bir başka oluyordu. Serinlemek bir yana dursun sahildeki muhabbette doyum olmuyordu. Ah bir de tavla bulabilseydik çok daha güzel olacaktı. Denizin dalgalarına kendini bırakmanın keyfi de bir başkaydı. Yaylı yataktan, yün döşekten daha rahattı sanki su yüzeyi. Derken kahvaltının son safhalarında dedenin balkondan dışarıyı süzdüğünü gördüm. O tadına doyulmaz muhabbet ortamını bir anda derin bir sessizlik almıştı.

– “Hayırdır dede“ dedim.”daldın gittin uzaklara.”

– “Oğlum” dedi caddede yürüyen insanları göstererek. “Ne kadar fakir bu insanlar.”

Nasıl yani ya dedim kendi kendime. Fakir mi? Bu insanlar nasıl fakir olabilirdi ki? Oturdukları eve baksak bir servet eder, altlarındaki arabalara güç yetmez, yaşadıkları hayat o kadar lüks ki akıl almaz, ellerinde torbalar herkesin cesaret edip de gidemeyeceği mağazalardan birinin poşetleri, istediklerini alıyorlar, istediklerini giyiyorlar, nerde moda varsa oraya gidip giyinen insanlar. Acaba dede bu insanlardan mı bahsediyordu? Nasıl fakirlik bu anlamamıştım.

– “Dede” dedim “bahsettiğin insanlar senden kat be kat zengin insanlar nasıl bir fakirliktir bu?”

– “Oğlum hiç bu kadar fakir insan olur mu? Baksana bana ben daha zengin değil miyim onlardan?

Keyif çaylarını yudumlarken Arif’le göz göze geldik bir an. Anlamaya çalıştık. İkimiz de bir anlam veremiyorduk dedenin bu söylemine. Kastettiği bir şey vardı ama anlamadığımız apaçık ortadaydı. O kadar yıl yaşamış bir insanın söylemek istediği bir şey olmalıydı. Meraklı gözlerle ikimiz de gözlerimizi dedeye doğru çevirdik. Zaten o da pek de bir şey anlamadığımızın farkına varmış olacak ki açıklama zahmetinde bulundu.

– “Oğlum insanların giydiklerine bakın ilk önce. Fakir olmasalar hiç bu kadar açık saçık giyerler miydi sizce?”

Yeni yeni anlıyorduk dedenin onlardan daha zengin olduğunu. Hiç bu açıdan düşünmemiştik açıkçası. Üniversite mezunu olunca bakış açımız iyice daralmıştı sanki. Düşünebileceğimiz bütün ihtimalleri düşündüğümüzü sanmıştık oysa. O kadar çok ihtimal varmış ki düşünebileceğimiz, hayat üniversitesinde daha öğrenci olduğumuzu anlıyorduk. Belki de şeffaf kâğıdın arka yüzünde olan biteni görmek için daha toyduk ya da kendimizi öyle görüyorduk. Gözlerimizdeki perdeyi daha açamamıştık.

Medeniyet adı altında ya da çağa ayak uydurma adına giyilen giysilerin şık durup durmamasına bakıyorduk. Bize moda diye diretilen aksesuarlardan yapılan giysileri giyer olmuştuk. Sonra çağdaşlaşma adı altında batının yaptıklarını taklit ettik zamanla. Zenginliğin pahalı mağazalardan bir karışı geçmeyen mini etekler almak olduğunu sandık. Elbiselerimizi bir tarafımızı örtmekten ziyade marka olup olmamasına göre seçtik. Varlık içinde yokluğu gösterdik. Sadece para karşılığı mini etek almadık biz aynı zamanda aklımızı da sömürmelerine izin verdik.

***

Uzaklara dalan gözlerim tekrar yoldan geçen insanlara takıldı bir anda. Normal hayatta bırakın silip bir mayoyu, kısa bir şort giyerek ekmek almaya gidemeyen insanlar yazlık yerlerin havasından mıdır suyundan mıdır bilmem bikinileriyle denize doğru yol alıyorlardı. Acaba insanlar yazın farklı bir role mi bürünüyorlardı? Kışın o insan başka bir düşünceyle mi yaşıyordu bilinmez ama fakirlikten kurtulmanın üniversite bitirmeye ya da akademik kariyer yapmaya bağlı olmadığını anlayabiliyordu insan.

Sözde daha medeni bir toplum yapısı oluşturma çabası içinde olan insanların yaptıkları davranışlardan ibaretti bunlar. Mecazi fakirliğin resmi bir kanıtıydı gördüklerimiz. Kışın var olan zenginliğin tatil yapma pahasına da olsa bir müddet unutulmaya çalışılan zihniyetin göstergesiydi belki de. Kafa dinlemek bu olsa gerekti. Özgür olmak, demek buydu. Sözde özgürlüğün somutlaştırılmış haliydi.

Düşüncelerden uzak, prensiplerden yoksun, daha gerçekçi ifadeyle kendini kaybetme noktasına gelen insan profilleriydi bunlar. Onlara göre özgür yaşamak, medenileşmek, zengin olmak, istenilen şeyleri yapabilmek, söylenilen onca cümlenin bir tanımı niteliğindeydi yaşam tarzları. Tam da kendilerini yansıtıyorlardı. Bazılarına göre fakir, bazılarına göre cahil, bazılarına göre kendini bilmez, bazılarına göre ise örnek bir kişilik, bazılarına göre medeni, bazılarına göre de imrenilen bir yaşam tarzlarıyla ulaşılması imkânsız insanlardı.

Onları eleştirmek bize düşmezdi normalde. Çünkü bu bizim işimiz değildi. Ama düşünceler bizi kendimize bırakmıyordu işte. Caddeden geçen tanımadığımız insanlar hakkında bir takım düşüncelere sahip olabiliyorduk. İnsanları kendilerinden habersiz mütalaa etmek bize göre değildi. Varlığımızın bir nedeni olarak da gösterilemezdi. Yasak elmayı yeme niyetinde değildik çünkü insanları yargılamak haddimize değildi.

Arif kahvaltı masasını toplarken insanlar hakkında çok fazla düşünce ürettiğimi fark ettim. Bunu daha fazla sürdürmenin doğru olmayacağını düşünerek Arif’e laf attım.

– “Hadi olum denize gitmiyor muyuz?”

– “Gideriz kanka istediğin şey deniz olsun.”

Daha denize gitmeden geçireceğimiz eğlenceli dakikaların tanığı olmak için sabırsızlanmaya başlamıştım. Yüzmenin keyfi de bir başkaydı. Hele denize yatmak yok muydu? Yaylı yataktan, yün döşekten daha rahattı sanki su yüzeyi. Ah bir de tavla bulabilseydik çok daha güzel olacaktı.

print

Bir cevap yazın