Bir hatırlatma yapalım:
Kuruluş’tan 1960’a kadar olan dönem güçlü meclis (Meclis Hükümeti Sistemi) dönemidir. Daha doğrusu meclis ile yürütme arasında bir ayrımın olmadığı dönemdir. Meclisi kontrol eden hem yürütmeyi elde etmiş hem de devleti kontrol etmiştir.Daha sonrasında ise yerleşik güçler darbe ile sistemi yenilemişler ve 1960 sonrası güçlü yargı dönemi başlamıştır. Modern parlamenter sisteme de ilk defa 1961 Anayasası ile geçilmiştir. Meclis ikiye bölünmüş (Meclis ve Senato sistemi benimsenmiştir) yürütme iyice zayıflatılmış yargı güçlendirilmiş ve yürütmenin gücü yeni oluşturulan kurumlar arasında paylaştırılarak gücün tek elden toplanmasının önüne geçilmiştir.
1972 Muhtırası ile bu yetkilerin bir kısmı hükümete geri iade edilmiş ama zayıf yürütmenin de etkisiyle 1970–1980 arası bir kaos dönemi olarak yaşanmıştır. Devamında gelen 1980 İhtilali ise güçlü yürütme döneminin başladığı dönemdir.
Yürütme organının hareket alanını genişletme konusuna tekrar dönersek;
Bu özellikle Özal’dan beri bir gelenek olmuştur. Özal, 1982 Anayasasının getirdiği güçlü yürütme sisteminde elindekilerle yetinmeyip sık sık sınırları da zorlamış yasama organını istediği gibi yönlendirme girişimlerinde bulunmuş, güç alanını daha da genişletmek istemiştir. Özellikle 1980 ihtilali öncesi tecrübeler de göz önüne alınınca Özal’ın girişimlerine çok fazla ses çıkarılmamış ama Özal sonrası dönemde bu geleneğin daha da ileri taşınmaya çalışılması yeni sorunlar getirmiştir.
Özellikle 1990 sonrası yükselişe geçen İslamcı Dalganın yavaş yavaş iktidara ortak olma noktasında mesafe kaydetmeye başlaması rejim ile ilgili endişeleri artırmış ve bu noktada görevleri ile rejimin bekası arasında güçlü bir bağ bulunan odaklar rahatsızlıklarını açık etmeye başlamıştır. 28 Şubat Sürecini yaratan merkezi dış odaklar bu güçlerin söz konusu bağını harekete geçirerek içerde önemli bir kısıtlama alanı yaratmışlar ve geleceğe ilişkin daha önemli yasama sorunları yaratmışlardır.
Çünkü bu süreçte belirli toplum kesimlerinin masum istekleri ile bir takım siyasi arzuları olanların arayışları aynı kefede değerlendirilerek toplumsal dinamiklerin bu süreçte devletten soğumasına neden olunmuştur.
Son birkaç yıldır 28 Şubatın mirası olan yasama sorunları ile karşı karşıyayız. Yaşama alanı kısıtlanan bireyler açısından bakınca yasama organının gerekli düzenlemeleri yapması bir sosyolojik gereklilik olmasına karşın bu çabaların devlet ile bir hesaplaşma anlayışı içerisinde yürütülmesi insanın aklına ister istemez doğal sınırlar kavramını getiriyor.
Bugün hükümet edenler meclisteki çoğunluğu parti grubu kararları ile bağlayıcı bir şekilde kontrol ederek yasama gücünün fonksiyonel özelliğini devre dışı bırakarak yasama gücü ve hakkını yürütmenin tekeline alabilmektedirler. Ki bu konuda son yıllarda pek çok örnek vardır. Özellikle hükümetin çıkmasını istediği yasalar konusunda alternatif fikirleri olan milletvekillerinin 2007 seçimlerinde aday yapılmayarak tasfiye edilmiş olmaları şu an ki meclis üyelerinin risk almaktan kaçınmaları konusunda önemli uyarılar içermektedir. Ayrıca parti disiplin kurullarına verilerek partiden ihraç edilen milletvekillerinin olduğunu da unutmamak gerekir.
Son yıllarda çıkarılan, değiştirilen yada çıkarılamasa dahi çok tartışılan karar ve yasalardan bir kaçını hatırlamak gerekir;
2B Orman Yasası, Özelleştirme Yasalarının içinde yapılan düzenlemeler, 4734 ve 4735 sayılı Kamu İhale Yasaları, RTÜK Yasası, Belediyelerle ilgili çeşitli yasalar, onlarca değişik imar düzenlemesi, iptal edilen Türban Yasası, 1 Mart Tezkeresi, Cumhurbaşkanının Seçimi ile ilgili tartışmalar ve daha sayamadığımız pek çok düzenleme…
Bu düzenlemelerle ilgili tartışmalara girmek istemiyoruz ancak bu yasaların hepsi içinde bir “bit yeniği” olan yasalardır.
Hükümet meclisten geçmesini istediği düzenlemeler için şu gerekçeyi ileri sürüyor:
TBMM gerekli gördüğü yasayı çıkaramayacak mı?
Meclis halkın iradesi değil mi?
Halkın iradesi ise halkın iradesinin kendisi için en uygun olanı belirleme hakkı ve yetkisi yok mu?
Yasama faaliyetinin gittikçe kutsallaştırıldığı ve bir fetişe dönüştürüldüğü bir süreçten geçmekteyiz. İşin ilginç olan yanı ise yasama organının tam bir parti tahakkümü altına alınıp devlet kurmuş bir meclisin fonksiyon gaspına uğradığı bir dönemde bu şikâyetler zirveye çıkıyor.
Az çok hukuk okumuş olanlar çok iyi bilirler ki, irade beyan edenler yada daha doğrusu bir idari işlemi gerçekleştirenler bunu bir fonksiyon gaspı ile gerçekleştirmişse o idari işlem yoklukla maluldür. Yani o şey hiç doğmamış sayılır ve hukuken bir iptale dahi konu olmazlar. Ayrıca hak yaratıcı bir yönleri de yoktur ve kimse bu işleme dayanarak hiçbir şekilde bir hak ileri süremez.
2002’de seçilip de hükümet arzusu hilafına hareket edenlerin meclis dışında kaldığı hatta bir kaçının başbakanla iyi geçinemediği için yargı süreçlerine dahil olduğu bir ülkede meclisin hangi fonksiyonunun varlığından söz edilebilir ki?
Hükümet; almış olduğu oyun gücünü siyasal alanda hükümet eylemlerine dönüştürebilmek için kendisini kenara çekerken meclisi öne çıkararak meclisin yasa yapmasına izin verilmediğini ileri sürüyor.
Yasamanın kutsallığına ve halkın partiye sınırsız kabul edilebilecek bir yetki verdiğine vurgu yapıyor. Halk yetki verdiyse mecliste çoğunluğu oluşturanların yasa yapma hakkının olduğundan söz ediliyor.
Ben şahsen bunlara hiçbir şekilde katılmıyorum. Çünkü devlet üç beş yıllık seçilmişlerin aklının toplamının çok ama çok ötesinde karmaşık ve en önemlisi kozmik bir varlıktır. Hele de şimdikilerin küçümsediği ve basitleştirmeye çalıştığı kadar sıradan bir varlık hiç değildir. Çünkü devlet, yüzlerce hatta binlerce yıllık deneyimleri, sevinçleri, üzüntüleri ve acıları tarihin kendi imbiğinden süzerek bize miras bıraktığı mükemmel bir bileşimdir.
Millet, yüzlerce yıllık deneyimlerin toplamı iken devlete köklü bir şekil verme hakkının gündelik menfaatleri için parti adaylarına oy veren belirli bir zaman kesitinin seçmenine ait olması devlet olmanın mantığına terstir.
Ayrıca söz konusu seçicilerin (halkın) aklının ve zihninin ne kadar kolay manipüle edildiği göz önüne alınınca böylesi tali unsurlarca yetkilendirilmiş ve parti başkanının düşüncelerinin dışına çıkamayan vekillerin yasalarla devlete şekil verme hakkının olması pek akla yatkın değildir. Bu bakımdan gündelik işleri düzenlemekle köklü değişimleri yapma hakkının karıştırılmaması en sağlıklısıdır.
Hele de yasama hakkının bu kadar kutsallaştırılması yoluna hiç gidilmemelidir.
Çünkü kutsallığı ve tarihsel rolü asla tartışılmaz olan o yüce meclis, sistemin doğası gereği onca değersiz kişiyi ağırlama zulmüne maruz kalmıştır ki bunlara kendi gözlerimle şahit olunca yasama fetişizminin gözümüze sokulmasının arkasında ister istemez başka şeyler aramak zorunda kalıyorum.
Bitti…