Yasama Fetişizmi – I

Aydınlanma çağı ile başlayan modern devlet kuramları sürecinde bireyin devlet karşısındaki güvencesi olması bakımından devlet mekanizması üç ayrı güç biçiminde telakki edilmiş ve devlet aygıtı yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ayrılığı biçiminde tasarlanmıştır.

Yasama, toplumsal dinamikleri bir hukuki düzene koyan güç,

Yürütme, toplumsal düzenin kısa ve uzun vadeli işlerini planlayan ve uygulayan güç,

Yargı ise toplumu oluşturan bireyler ve kurumların toplumsal düzen karşısındaki davranışlarının yasalara uygunluğunu denetleyen güç olarak kurgulanmıştır.

Devlet aygıtı görünenden çok daha karmaşık bir aygıttır. Bu yapıyı anlatmaya yada onun felsefesine değinmeye değil bu satırlar onlarca kitap dahi kifayetsiz kalır. Bugün bu yapının sadece bir parçasını oluşturan yasama gücünün sahip olduğu yetkinin kaynağını, içeriğini ve sınırlarını günümüz uygulamaları ile ilişkilendirerek ele alacağız.

Yasama kısaca seçilmişlerin seçenler adına yasa yapması demektir. Öz olarak da doğrudur. Çünkü seçiciler (halk) yasama meclisini oluşturan kişileri kendi menfaatlerini en iyi şekilde temsil etmeleri ve o menfaatleri, gündelik hayatın biçimi ile uygun şekilde formüle etsinler diye seçerler.

Buraya kadar söylenenlere dayanarak yasama meclisinin halk için her şeye karar verebileceği sonucuna varılabilir. Çünkü meclis halk adına söz söyleme yetki ve gücündeki bir organdır. Meclis bireylerin menfaatlerini yasa haline getirmekle mükellef bir organ ise halkın istediği her şeyin meclis tarafından yasalaştırılabilmesi mümkündür.

Zaten anayasa hukuku ile ilgili teorilerde de yasama organının görevine ilişkin sınırlamalardan bahsedilirken “Aslında meclisin yasa yaparken anayasaların dışında herhangi bir sınırı yoktur. Meclis uygun gördüğü her konuda yasa çıkarabilir” denilerek bu konunun mümkün olduğu teorik olarak dile getirilmektedir. Ayrıca anayasaları yapan organ da meclis olduğu için anayasaların da meclis önünde bir engel olmadığı açıktır. Çünkü çıkarılmak istenen yasa anayasanın mevcut durumuna aykırı ise önce anayasayı değiştirirsin sorun çözülür.

Hele bir de yasa koyucu asli kurucu iktidar rolüne sahipse zaten önünde bir anayasa engeli de yoktur.

Fakat bu sınır konusunda önemli bir not düşülmektedir. Bu not şu şekildedir:

“Evet meclisler her türlü konuda sınırsız şekilde değişiklikler yapabilir. Hiçbir kanun yada güç meclisin yasa yapma hakkı önünde bir engel teşkil edemez. Ancak her meclisin yasa yapmasının sosyolojik sınırları vardır”.

Bu günümüzde gözlerden kaçan çok önemli bir husustur. Çünkü hiçbir şeyle teorik olarak bağlı olmayan meclislerin önünde bir takım doğal sınırların olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır.

Nasıl ki devletlerin ilerlemesinin önünde bazı coğrafi sınırlar tabii ve aşılamaz ise meclis için de toplumsal dokuya ilişkin aşılmaz sosyolojik sınırlar vardır.

 

Öncelikli olarak sosyolojik sınır kavramına değinmek gerekir.

Sosyolojik sınır; toplumun belki de binlerce yıllık birikimlerinin bir ürünü olan sosyal dokusu, doğası, kimliği, eğrileri, doğruları yani bir bütün olarak kabulleri ile ilgili her şeydir.

Bu da her ne şekilde bir yasa koyucu olursa olsun (ister asli kurucu iktidar isterse tali kurucu iktidar) yasa koyucunun koyacağı yasalar toplumun dokusu, doğası ile uyumlu olmak zorundadır.

Zaten eskiden beri yazılı hukuk kuralları toplumsal düzenin kendi alışkanlıkları içerisinde genel kabul gören uygulamaların yasa haline getirilmesi ile ortaya çıkmıştır. Hiçbir yazılı hukuk kuralı toplumun bütününün iyi dediğine kötü deme hakkını kendinde bulmamıştır. Bu hakkı kendinde gören kurallar da zaten yaşama şansı bulamamıştır.

Basit bir örnek vermek gerekirse;İnsanlara hırsızlığı emreden bir hukuk kuralına rastlanamaz. Eğer hırsızlık ile ilgili bir hukuk kuralı yapılacaksa yasa koyucunun yapacağı tek bir davranış biçimi vardır o da şu şekildedir:

O toplumun dinsel yaşamının, ahlak kurallarının, görgü kurallarının ve örf âdetinin hırsızlık konusundaki yaklaşımına bakılır ve hırsızlık toplumda ne şekilde bir kabul görüyorsa yasa koyucu da bu kabulü toplumsal dokuya uygun bir şekilde yasal düzenleme içerisine alır. Eğer ki bir suç olarak tanımlıyor ve bir müeyyide öngörmesi gerekiyorsa insan haysiyeti ve toplum faydası ile bağdaşır bir ceza öngörür ve bir olgu karşısında devletin tavrını toplum adına belirlemiş olur.Bu örneği vermekteki maksat; meclisin yasa yapma konusundaki karşı karşıya olduğu sosyolojik sınırı belirlemek içindir.

Yani toplumun sosyolojik yapısı nasıl gerektiriyorsa yasa koyucu da bu sınırla bağlıdır.

 

Toplumumuza ait birkaç veciz sözle ifade etmek gerekirse;

Ø       Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz,

Ø       Ölümü gelen köpek cami duvarına pisler,

Ø       Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Bu örnek belki sizleri gülümsetmiştir ama yasa koyucular ve onların arasından seçilenlerin 4 yıllık misafirler olduğunu unutmayalım. Toplumun yerleşik düzeni bu durumda ev sahibinin kendisidir.

Ø       Edebinle gir hayân ile çık ve daha birçok örnek, toplum yapısı ile uygun davranmanın gerekliliğine işaret eder.

Oysa günümüzde yasamanın içinden çıkan ve yasama organına çeşitli şekillerde hükmeden yürütme organı yasa yapma konusunda iflah olmaz bir aç gözlülük sergilemektedir. Ki başta da söylediğimiz gibi yasama, yürütme ve yargı üçlemesi içerisinde bu organların her biri birbirinden ayrık ve bağımsız organdırlar. Bunların her biri devlet mekanizması içerisinde tamamen birbirinden farklı üç ayrı fonksiyonu ifa ederler.

Ancak günümüzdeki uygulamada sakıncalı bir durum ortaya çıkmıştır. Yasayı hükümet çıkartıyor ve çıkarttırıyor. Oysa hükümet yürütme organının sadece bir parçasıdır. Anayasa hukuku ve idare hukuku derslerine dönecek olursak;

Cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu yürütme organını oluşturur ve ayrıca idare olarak adlandırılan bir mekanizma daha vardır ve bu yapı hem yürütmenin içindedir hem dışındadır.

Ve hep unutulan bir şey vardır:

Seçilmişlerin ömrü 4 yıldır idarenin ömrü sonsuz süredir en azından idare işi ile memur olanların emeklilik yaşına kadar uzun bir ömre sahiptir ve idarede daha kesin bir süreklilik vardır ve yasama ya da yürütme organı gibi idare tatile girmez.

İdareyi devlet aygıtı içinde ayrı bir güç olarak teçhiz etmiş değiliz ancak idarenin yürütme organınca işletilen bir sistem olmasına karşın yasama ve yürütme edenlerden daha kesin bir sürekliliğe sahip olduğuna vurgu yapmak istiyoruz.

Ülkemizin 80 yıllık ömrü yasama yürütme ve yargı organı arasındaki güç dengesinin sağlıklı kurulamamasına ilişkin acı tecrübelerle dolu olmasına karşın bu üç güçten herhangi birini kontrol etmekte olan her yönetici, hareket alanını genişletme çabasına girmekten çekinmemiştir.

Devam edecek…

print

Bir cevap yazın