“…. Dolayısıyla doğru verilere dayanmayan ekonomik analizlere inanmamak ve daha da ötesi bu analizlerin kasıtlı yapıldığından kuşkulanmak gerekiyor.” diyor Süleyman Yaşar, 3 Mart 2009 tarihli Taraf Gazetesindeki köşesinde.
Oysa bugün ağzı olan herkes Türkiye ekonomisi hakkında ne çok atıp tutuyor. Özellikle en çok TÜSİAD ve yakın çevrelerinin çığırtkanlığı sayesinde sanki yaşanan global krizin merkez üssünün Türkiye olduğu neredeyse tüm Türkiye’ye ve hatta yurt dışına kabul ettirilmeye çalışılıyor.
“Çünkü Türkiye ve güçler dengesi değişti. Türkiye’deki ilk 500 büyük şirket arasına artık Anadolu’dan gıda, tekstil, kâğıt, ziynet eşyası, ambalaj, mobilya, orman ürünleri ve temizlik eşyası üzerine çalışan şirketler girdi. Anadolu’nun sermaye gücü ve yeni zenginleri İstanbul burjuvazisine tam anlamıyla alternatif oldu.” diyor bir başka yazısında Süleyman Yaşar. Bunu hazmedemeyenlerin ve yandaşlarının çığlıkları bütün bunlar. Bir iş arkadaşım daha geçenlerde tüm çevresindekilerin işlerini yavaş yavaş kapattığından, paranın el değiştirdiğinden, artık diğerleri(!)nin para kazandığından yakınıyordu. Sorun işte bu: Paranın el değiştirmesi. Para ve güç sendeyken her şey güllük gülistanlık, para ve güç aynı ülkenin vatandaşı olan bir başkasına geçince kriz vaaarrrr!!! Eğitime, sağlığa ve emekliye iyileştirme yapılmamasını, KDV oranının tekrar %18’e çıkarılmasını kabul ederek, IMF ile bir an önce anlaşma yapılmasını ve alınan paranın Türkiye’nin şımarık ve tombul çocuğu TÜSİAT’a verilmesini talep edecek kadar büyük bir bencillik içerisindeler. Her şey siyasi görüş alanı içinde daraltılmış ki insanlar günlük yaşantılarında bile iki kelimenin arasına ekonomik krizin AK parti hükümetinin işi olduğunu savunma refleksi ile konuşmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu kirli siyaset hayatın her alanına işlemiş. İşin daha da vahimi krizden siyasi anlamda kişilerin nemalanması.. Böyle bir vatandaşlık olabilir mi? Bir insan kendi vatanına bu ihaneti yapabilir mi? Bunu ancak kedi ulaşamadığı eti mundar der, atasözü ile açıklayabiliriz herhalde. Çok merak içindeyim. Ak Parti yerine CHP veyahut MHP olmadı başka bir parti olmuş olsaydı, ne yapacaklardı? Kendi başlarına kriz merkezi olan bu gibi partiler, Amerika’da çıkmış bir krizin etkilerini Türkiye’de hissedilmemesi için ne planlayacaklardı? Çok doğru “iktidar geçici, muhalefet ise kalıcıdır” kimse taşın altına elini koymak istemez, koyana da hayatı dar etmesinler bari. Hillary Clinton’ı programa alıp, “Türkiye berbat bir ülke, değil mi?” kapısını çalan soruları soran, aldıkları cevaptan hiç hoşnut olmayan insanlarla bir arada yaşadığımıza inanmak istemiyorum. “Hakikaten sorular verilmiş gibi bir ifade var. Verilmesi normaldir. Bu gibi işler danışıklı dövüşle olur. Hazırlatılır bu konuşmalar. Yoksa kadının roman yazarı olması gerekir. Belli ki bu cevaplar da bir Türk tarafından yazılmış.” diyen ve kesinlikle böyle bir şey olmadığını söylese de Çiğdem Anad’a inanmayan, kendi bildiğini okuyan Okan Bayülgenlerle de aynı ülkenin çıkarları için çalıştığımıza inanamıyorum. Bu tip insanlar Türkiye’de kriz olsun, millet sokaklara dökülsün, perişan olsun, “AK partiye de oh olsun”un peşindeler. Pireye kızıp yorgan yakmak böyle bir şey olsa gerek. Yanan yorganın içinde olduklarını unutuyor olmalılar.
İnsanlar her gün dolar kurlarına bakıp, krizle ilgili yorumlar yapıyor. Cebinde parası olan yapılan tüm yorumlardan etkilenip, parasını ekonomik bir değere dönüştürmüyor. Ya bir şey olursa? Psikolojik bir savaş var. Endişe ettir, kaygılandır ve çığrından çıkart! En son 2001 krizini hatırlıyorlar, doğal olarak. Ama reklâm sektöründeki arkadaşlarıma bakıyorum 2001 yılında yaşadıklarının onda birini yaşamıyorlar. Keza Bankacılık sektörü ile kriz dünyayı vururken, Türkiye’de son altı ayda yüzlerce kişi bu sektörde yeni işe alımlar gözleniyor. 2001 yılında eşim dahil yüzlerce medya emekçisi işinden olmuşlardı. Ya şimdi?
Kriz elbette bizi etkilemektedir ama psikolojik baskıyla hissedilen etkinin gücünün artırılması bir parça Ergenekoncu bir zihniyetin ürünü gibi kokuyor. Deniz Gökçe’nin 13 Mart Cuma günü Akşam gazetesindeki yazısından alıntıyla yazımı bitiriyorum. “Hatırlanırsa altın son dönemde ons başına 1.000 dolara kadar tırmanmış ve sonra da 930 civarına inmişti.
Benzer gelişmelerin dövizde de olmasını bekliyorum.
Tabii medya izin verirse!
Türkiye yapısal bir gözlükle bakılırsa, şu anda 1994 ve 2001 türü döviz sıkıntısı yaşamıyor. Merkez Bankası 70 milyar dolar civarında döviz sahibi.
Banka sistemi de 50 milyar dolar civarında döviz üstünde oturuyor.
Bu nedenle Türkiye 1994 ve 2001 yılındaki gibi net döviz yokluğu, yani dövize dayalı çöküş yaşayacak durumda değil.
Türkiye ne bütçe açığında ne de borç servisinde 1994 veya 2001 gibi bir durumda da değil.
Türkiye, Kanada ile beraber dünyada bankası batma durumunda olmayan nadir ülkelerden biri.
Türkiye, bu krizi çıkartan ülke de değil. Türkiye dış talep daralması nedeni ile durgunluk ve sanayi üretimi daralması ve işsizlik yaşıyor. Her ülke gibi!
Buna ek olarak, yanlış nedenle de olsa,( Aslında yanlış neden denilen şeyi Süleyman Yaşar gayet güzel açıklıyor: Oysa Türkiye’nin cari açığı 2008 yılının ekim ayından beri sürekli daralıyor. Çünkü hem Türk parasının değer kaybetmesi ithalatı değer olarak azaltıyor, hem de emtia ve enerji fiyatlarının gerilemesi ithalatı miktar olarak geriletiyor. Böylece cari açık altı ay öncesine göre hızla küçülüyor. 3 Mart 2009, Taraf Gazetesi) cari denge açığı daralıyor ve 2009 süresince de daralmaya devam edecek.”