İslam’ın yozlaştırılma süreci, Hz. Peygamber’in vefatı ardından; geriye ilk miras bırakan ‘’halife’’ ile başlamaktadır. Bu süreci değerlendirirken çoğu düşünürün düştüğü hata; bunun ‘’doğal’’ bir süreç olduğu yönündeki yaklaşımdan ileri gelmektedir.
Ben ise aksini savunmaktayım. Bunun temel nedeni ise; halka sunulan yaklaşımın üretemeyeceği kadar ‘’kamucu’’ olan zihniyetin, doğal olmayan etkenler ile bu noktaya ulaşacağı gerçeğinden ileri gelmektedir. Şöyle bir ifade kullanmak gerekir ki; ‘’İnsanlara NAMAZ diye dayatılan SALAT, NAMAZ değildir!’’. Hatta daha önemli bir nokta ise; ‘’Salat’’ın kesinlikle uygulanmadığı ve bu nedenle ‘’Doğu Halkları’’nın zulüm ile bu denli içli dışlı olduğunu söylememiz mümkündür. Elbette, bu söylemimiz ‘’Namaz yoktur’’ gibi bir sonuca bağlanmamalıdır. Çünkü; savunduğumuz görüş, Salat’ın Namaz olmadığı, Namaz’ın Salat’ın sembolü ve temsili olduğu yönündedir.
Bu çalışma da, SALAT kavramının anlamına işaret etmek ile birlikte, SALAT ve BEYT kavramlarını birlikte inceleyeceğiz. Aynı zamanda, hayati bazı noktalara atıflar yapmak sureti ile, muhatapları göreve davet edeceğiz!
Allah’ın Resulü Muhammed (a.s.)’ın tebliğ ettiği anlayışın yayılma sürecinden önce, Mekke’de egemen olan hakim anlayış, ortaçağ feodalizminden pek farklı olmayan, ‘’Sömürüye dayalı’’ şer odaklı bir sistematiğe sahipti. Hatta pek çok insanın bildiği, ‘’Diri Diri kızları toprağa gömme’’ eylemi dahi bu sömürüye dayalı türemiş bir yaklaşım idi. Dönem koşulları dahilinde, Efendiler-Köleler arası ayrım aşılamıyor, sömürülen halk gitgide ekonomik alanda sefilleşiyor idi. Bu süreç dahilinde, herhangi bir efendiye borcu olan biri, borcuna karşılık olarak; öz kızını efendiye ‘’cariye’’ olmak sureti ile teslim etmekteydi. Bu sistem o kadar kalıplaşmış ve sağlam temellere oturmuştu ki, egemen sınıf karşısındaki halk, kız çocukları olur olmaz, alnına leke sürmeme adına kızlarını geri plana atmaktaydılar. Mevcut inançları gereği evlatlarını öldüremiyor, diri diri gömüyorlardı! Çünkü; bu sistem değişmeyecek, kızları nasıl olsa cariye olacaktı!
Kaldı ki;
Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda, Tekvir 8-9
İfadesine baktığımızda, kendisine soru sorulan kızın ‘’hangi günah’’tan ötürü gömüldüğü biçiminde bir atıfla, bir ‘’neden’’ in varlığı ortaya çıkartılmaktadır. Bu bir gelenek idi demek, tarihi gerçekleri bertaraf eden ‘’kasıtlı’’ bir söylemdir! Tarihin hiçbir safhasında böyle cani bir gelenek var olmamıştır! Hele ki, böylesine sapık gelenekleri olan bir toplumun İslamlaşması ‘’imkansızdır’’. Bu olay, mevcut sisteme dayalı olarak ortaya çıkmış bir ‘’doğal sonuç’’tur.
Peki, Muhammed (a.s.); ilk halka seslenişinde (Safa ve Merve tepelerinde) belirttiği gibi;
Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla… Hamt, âlemlerin Rabbi Allah’adır. Rahman’dır, Rahîm’dir O. Din gününün Mâlik’i, sultanıdır O… Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Dosdoğru giden yola ilet bizi… Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna… (Fatiha Suresi)
Allah’a kulluk ile efendilere kulluk arasında temel bir ayrım varmıydı ? Kul nedir ? Ne demektir ?
Hz.Muhammed’in, halka ilk beyan ettiği sure, Fatiha suresidir. Bu başlangıç suresi ve İslam’ın amentüsü’dür. Çünkü; bu surede kullanılan üslup ve tavır ile, mevcut irade bünyesinde üretilen ‘’Allah dışı unsurlara kulluk’’ olgusu temelde reddedilir. Sonrasında, Allah’a kulluğu tescilleme ve doğruya yönelme hususunda yardım talebi vardır. Dönemin koşulları dahilinde, SÖMÜRÜLEN ve EFENDİLERE KUL haline getirilen halkın içinde bulunduğu vahim durum karşısında, ana çıkış; sadece Allah’a kul olma noktasındadır.
Hemde durum öylesine vahimdir ki; Mekke bir puthane haline getirilmiş, ticari gaye uğruna sayısız put üretilmiştir. Üstelik o toplum; Allah’a inanan, putları aracılar olarak gören bir toplumdur. Zaten temel kabul sıkıntısı; ARACISIZLIK sıkıntısından ibarettir.
Sömürü sistemi içerisinde, köleleştirilip, dini baskı ve tahakküm ile esarete mahkum edilen halkın tepkisi ortadadır. Kız çocuklarını diri diri gömme eylemi, çaresizliğin ve ümitsizliğin son noktada olduğunun en net delilidir. Bu bağlamda, içinde bulundukları sistemin değişmeyeceğine olan inancın gücünü görebilmekteyiz.
Öte taraftan, sosyolojik olarak ele aldığımızda, o toplumun gelenekperest bir toplum olduğunu görmekteyiz. Süregelen tarihi birikimi takip eden, selefperest bir toplumun üreteceği ana dinamikler, bu denli bastırılmış olabilir. Bu tarihsel verilerin doğruladığı bir realitedir.
Muhammedi çıkış düzene, adalet merkezli bir başkaldırıdır! Özellikle günümüz yozlaştırılmış perspektiften bakıldığında kesin suretle idrak edilemeyen bu realite, içi vahyin verileri ile doldurulduğunda kendisini ayan beyan ortaya koyan bir gerçekliktir. Nedenlerine gelirsek;
Mevcut düzenin İLAHLARI, ilk maddede reddedilmiştir!
Bu eylem kilit bir eylemdir!
Ancak, ilah kavramını açmamız gerekiyor;
La ilahe İllallah.
Bu ifadeyi sıkça kullanırız.
La : yoktur-yok
İlahe : Mabud, tapınılan, Tanrı, Egemen, Hakim
İllallah : Sadece Allah
Sıralaması size kalmış…
Temelde, Muhammedi çıkışın ilk takipçilerini ve bu kişilerin sonlarını düşündüğümüzde de aynı sonuca varırız. Bu ahlak, 3. halife ardından yozlaştırılmaya başlamış, Muaviye sürecinde tamamen yok edilmiştir. Emevi süreci; İslam Dininin bütün ana dinamiklerinin safdışı bırakıldığı dönemdir. Bu dönemde, bütün kavramlara müdahale edilmiş, İslam bir ritüeller dini haline getirilmiştir…
Devam Edecek…